İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Merhaba arakadaşlar iletişim için
lütfen üye olunuz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Merhaba arakadaşlar iletişim için
lütfen üye olunuz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu

..::Bir Forum Olmakla --261-- SeRuVeNCiNiN meKaNıYıZ::..
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

Evliyalarımız

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
Sayfaya git : 1, 2, 3  Sonraki
Yazar Mesaj
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:27

Evliyalarımız






Evliyalarımız
A ABAPÛŞ-İ VELÎ

Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan
olarak da bilinir. Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur.
Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in
kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ hazretlerine
ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için
"Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim
tahsîlini tamamladı. Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye
tarîkatı büyüklerinin mânevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu
göstermek üzere icâzet, diploma aldı.

Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun
sohbetlerini tâkib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde,
onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince; "Bizim
abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl
etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü
teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların
gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız
geçirdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri
huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifâde ederlerdi.
Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485
(H.890) senesinde vefât etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının
bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri
bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece
görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından
uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca
kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak
gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vücûdu
titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir
vaziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın,
onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:28

ABBÂDÎ

Meşhûr tasavvuf âlimlerinden. İsmi Muzaffer bin Erdeşir bin Ebî
Mensur el-Mervezî'dir. Merv şehrinin bir köyüne nisbetle Abbâdî diye
meşhur olmuştur. Künyesi Ebû Mansur, lakabı Kutbüddîn'dir. 1098
(H.491)'de Merv şehrinde doğdu. 1152 (H. 547) senesinde Huzistan'da,
Asker Mükrem denilen yerde vefât etti.Sonradan Bağdâd'a nakledildi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin kabrinin bulunduğu Şunîziyye
kabristanına defn edildi.

İlim öğrenmeye Merv'de başladı. Nasrullah ibni Ahmed bin Erdeşir,
Nasrullah ibni Ahmed el-Huşamî, İsmâil bin Abdulgafûr el-Fârisî,
Abdulgaffâr eş-Şirevî, Zâhir bin Tâhir, Abdülmünîm bin el-Kuşeyrî gibi
zamânının meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi, hadîs-i şerîf dinleyip
rivâyet etti. Kendisinden ise Ebû Muhammed el-Akdân hadîs-i şerîf
işitti.

Güvenilir bir hadîs râvisidir. Vâz ve nasîhatlarıyla şöhret bulmuştur.
Hitâbeti çok düzgün, tesirli ve anlatım gücü kuvvetli idi. Halk onun
vâzlarından çok istifâde edip, şevkle dinlerdi. Ona, "Sultan-ı Suhan",
"Hâce-i Mânâ" ve zamânının allâmesi, en büyük âlimi mânâsında "Allâme-i
Rüzgâr" gibi medhedici ünvânlar verilmiştir. Bu derece tanınıp
sevildikten sonra Selçuklu hükümdârı Sultan Sencer onu Abbâsî halîfesi
Muktefî Liemrillâh'a elçi olarak gönderdi.

Abbâdî'nin tasavvuf ilminde, tasavvufun pekçok konularını açıklayan Sûfînâme adlı eseri vardır. Bundan başka Menâkıb-us-Sûfiyye, hazret-i Ali ve Ehl-i beytin fazîleti hakkında Merâsîmü'd-Dîn fî Mevâsim-ül-Yakîn adlı eseri bulunmaktadır. Mî'râcnâme ve Vesîle ilâ Fazîlet-il-Fazîle diğer eserleridir. İbâhat-ül-Hamr adlı bir eserinden bahsedilmiş ise de Semnânî ve İbn-i Hacer gibi âlimler böyle bir eserinin bulunmadığını bildirmişlerdir.

Buyurdu ki: "Kabre yılanlar dışardan gelir sanmayınız. Sizin kötü
amelleriniz kabirde sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken
yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:28

ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ

Hadîs âlimi, hatîb ve velî. Künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Evliyâdan Ebû
Bekr Hafîd'in torunudur. 900 (H. 288) senesinde vefât etti. Zünnûn-i
Mısrî ve Bâyezîd-i Bistâmî ile sohbet etmiştir. Hadîs-i şerîf öğrenmek
için memleketleri gezerdi. Evliyânın meşhûrlarından ve Şam'ın güzel
kokulu çiçeği diye meşhur Ahmed bin Ebi'l-Havârî hazretlerinden hadîs-i
şerîf okudu. Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. İnsanlara
doğru yolu gösterir, İslâmiyetin emirlerine sıkı sarılmaları için çok
gayret sarfederdi. Vâz ve nasîhatlar ederdi. Bu sebeple "El-Vâiz"
lakabıyla meşhûr oldu.

Hasan bin Muhammed Nişâbûrî annesinden şöyle nakletti: Annem vefât
etmeden önce bana; "Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin
Hamza'nın sohbet ettiği yere gittim. Münâsib bir yere durup, onu
dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa kalkınız" dedi.Herkes kalktı ve
hep birlikte ellerini açıp duâ etmeye başladılar. Ben de el açıp; "Yâ
Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih oğul ihsân et" diye duâ ettim. Sonra eve
döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana; "Müjde Allahü teâlâ senin
duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd verecek. Oâlim ve uzun ömürlü
olacak" dedi.

Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dört gün sonra vefât etti.
Annesinin rüyâsında müjdelendiği gibi âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...

Abbâs bin Hamza hazretleri, hocasıZünnûn-i Mısrî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi."

"Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin."

Abbâs bin Hamza (r.aleyh) buyurdu ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-Havârî,
hocası Ebû Süleymân Dârânî'den nakletti: "Bir vaktin insanlarının
bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümid içinde olmalarıdır."

"Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz."

Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den nakleder: "Dünyâyı tanıyan ondan
vazgeçer, âhireti tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O'nun
rızâsına kavuşmak için çalışır."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:29

ABDİL DEDE

Denizli'nin Acıpayam ilçesine bağlı Darıveren kasabasında
medfundur. 1071'de Sultan Alparslan'ın Malazgirt Zaferinden sonra
Anadolu'da İslâmiyeti yayan derviş gazilerdendir. Avşar ovasında
Bizanslılarla yapılan savaşlarda gösterdiği kahramanlık ve kerâmetleri
halk arasında söylene gelmektedir.

ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ

Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs âlimlerinin meşhûrlarından. Ömerî
ismiyle de tanınmıştır. 800 (H.184) senesinde Medîne-i münevverede
vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr,
İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i
şerîf bildirmişlerdir.

İbn-i Hibbân; "O, zamânının en zâhidi idi. Dünyâya düşkün olmıyan, âbid, hadîs ilminde sika, güvenilir bir âlim idi." demiştir.

Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Abdullah bin Abdülazîz ile İbn-i Mübârek'in huzûruna gidip, yanında bulunmayı çok seviyorum."

Ebû Ca'fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî'nin bir gün büyüklerden birisinin şu
sözünü naklettiğini bildirdi: "Kur'ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü,
Kur'ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu zaman Cennet'e götürür."

Abdullah Ömerî hazretleri dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından
hiç ayırmazdı. Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona;
"Niçin kitapları bu kadar seviyorsun?" dediler. O, bunlara şu sözlerle
cevap verdi: "İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok nasîhat
eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise,
insana yakın ve samîmî bir arkadaştır."

Bir gün şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Sana, büyüğümüz, küçüğümüz tövbe
ederiz. Tövbelerimizi, doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme,
Allahım!".

Ebû Münzir İsmâil bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu:
"İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve
yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İnsanlardan korkarak, emr-i ma'rûf
ve nehy-i an-il-münker; iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma farzını
terkeder."

Birisi Abdullah bin Abdülazîz'e; "Bana nasîhat et." dedi. Bunun
üzerine, o zâta dönerek; "Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir
haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması, bütün dünyâya bedeldir.
Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin." dedi.

Talebelerinden biri; "Şükredici ve sabredici kimlerdir?" diye
sorduğunda, Enes bin Mâlik'den rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dünyâ
husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, din husûsunda kendisinden
aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici
olarak yazmaz. Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din
husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ,
şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar."


Eshâb-ı kirâma karşı çok muhabbeti vardı. Onlar Peygamber efendimizin
en yakınları, dostları, arkadaşları olduğu için bütün müslümanların
onları sevmesini emrederdi.

İbrâhim bin Sa'd'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi sık sık okurdu: "Eshâbım
hakkında, Allahü teâlâdan korkun. Sakın benden sonra onlara düşmanlık
yapmayınız. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin
tutan, bana düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara eziyet
eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü teâlâya eziyet
etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu
cezalandırması çok yaklaşmış demektir."


Duâların kabûl olması ile ilgili olarak sorduklarında Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîflerini nakletti: "Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeden önce ma'rufu (iyiliği) emredip,
münkerden nehyediniz. Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan af ve
mağfiret dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabul
etmeyecek. O zaman af ve mağfiret de olunmayacaksınız. Yahûdî âlimler
ve hıristiyan din adamları emr-i ma'ruf ve nehy-i an-il-münkeri
terkettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin lisânı
üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir."


KABİR AZABINI HATIRLAYIN

Muhammed bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır:

Abdullah bin Abdülazîz Ömerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun
etrafına toplandık. Mekke-i mükerremenin ileri gelenleri de oradaydı.
Bu sırada Abdülazîz Ömerî hazretleri başını kaldırınca, Kâbe-i
muâzzamanın etrafında yükselen sarayları gördü. Şiddetli bir şekilde
bağırarak; "Ey bu köşkleri bu mukaddes mekanın yanına dikenler! Ölünce,
yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri karanlıklarını hatırlayınız.
Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmetleri içerisinde yüzenler!
Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gıdâları olacağınızı, şu
güzel vücutlarınızın, toprak altında çürüyeceğini, o gören gözlerinizin
akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşündünüz mü?"
Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.
ABDULLAH BİN ABDÜLAZÎZ (OSMAN) EL-YUNEYNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Abdülazîz bin Ca'fer
el-Yuneynî'dir. Künyesi Ebû Osman'dır. Doğum târihi bilinmemekle
berâber 1136 (H.530) senesinden sonra Sûriye'de Ba'lbek beldesine bağlı
Yuneyn köyünde doğduğu kaydedilmiştir. 1220 (H.617) senesinde vefât
etti. Ömrü :-):-):-):-)en sene civârında idi. Defnedildiği yere türbe
yapıldı. Türbesi Ba'lbek'de olup, istifâde edilen bir ziyâretgâhtır.
Şam'da zamânının âlim ve velîlerinden ilim ve feyz alarak yetişti. Zühd
sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, heybetli, uzun boylu, cesur, iyiliği
emreden, kötülükten sakındıran, gece-gündüz dîn-i İslâmı yaymak için
uğraşan, Allahü teâlâyı bir an unutmayan, şânı yüksek, kerâmet sâhibi
bir zât idi. Ba'lbek vâlisi kendisini ziyâret ettiğinde, ona adâletle
davranmasını tenbîh eder ve nasîhatta bulunurdu.

Es-Sehâvî şöyle anlatır: "Ebû Osman el-Yuneynî, senede üç dirhem ile
geçinirdi. Bir dirhemiyle un alır, bir dirhemiyle yağ, bir dirhemiyle
de bal alırdı. Bunları karıştırıp, yuvarlak yuvarlak üç yüz altmış tâne
köfte gibi parçalar yapardı. Bayram günleri hariç devamlı oruçlu
olduğundan her akşam biri ile iftâr ederdi."

İbn-i Şühbe Târih-i İslâm adlı eserinde onun için; "Ebû
Osman, aslenBa'lbek köylerinden olan Yuneyn köyündendir. Kerâmet sâhibi
bir zât olup, nefsiyle çok mücâdele ederdi. Kimseden bir şey almazdı.
Aza kanâat eden iffet sâhibi bir zât idi." demiştir.

Şeyh Muhammed bin Ebi'l-Fadl şöyle anlatmıştır: "Zamânın sultânı Sultan
Îsâ, bir gün Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin huzûruna gelip;
"Efendim! Bize duâ ve nasîhat ediniz." deyince; "Ey Sultan! Zulümden,
kötülüklerden, şakî olmaktan sakın. Babanda bu haller görülmüştü. Sen
öyle olma!" dedi."

Bu sultan da, tebeasına âdil davranmıyordu. Bu bakımdan, söylenilen
sözlere kulak asmadan kalkıp gittiği gibi Abdullah bin Abdülazîz
hazretlerine de bir hîle yapmayı düşündü. Üç bin altın götürüp,
hediyemizdir, ihtiyaçlarınıza harcayınız diye vererek deneyecek, kabul
ederse hemen geri alacaktı. Ertesi gün hilesini yapmak üzere huzuruna
tekrar gitti. Yanında götürdüğü üç bin dirhemi önüne bırakıp; "Efendim,
bunlar size hediyemizdir. Buyurun, dergâhınızın ihtiyaçlarına
harcarsınız!" dedi. Abdullah bin Abdülazîz hazretleri sultana vakar ve
heybetle bakıp; "Ey câhil! Kalk hemen buradan git! Bizi denemeye
kalkışıyorsun! Biz Allahü teâlâya duâ edersek yer yarılır seni yutar.
Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince Allahü teâlânın izniyle
şu oturduğumuz seccâdenin altından, birinden gümüş diğerinden altın
akan iki çeşme ortaya çıkar! Su gibi altın ve gümüş akar." dedi.

Bu sözleri söyledikten sonra seccâdenin kenarını kaldırdı. Huzûrunda
bulunanlar iki çeşme gördüler, birincisinden altın diğerinden de gümüş
su gibi akıyordu.

Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin zamânında Melîk Emced bir
imârethâne yaptırıyordu. Binânın inşâsında büyük taşlar kullanmak
istedi. Beldesinde bulunan büyük taşların kırılıp yontulmasını emretti.
Ancak bu işle uğraşanlar taşları parçalamaya güç yetiremediler. Ne
kadar uğraştılarsa da âletleri bu iş için kâfi gelmedi ve çaresiz
kaldılar. Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine gidip durumu anlattılar
ve yardım istediler. O da yardım etmeyi kabûl edip taşların bulunduğu
yere geleceğini söyledi. Beklemeye başladılar. Baktılar ki havada
yürüyerek geliyor. Sonra, gelip havada tam taşların üstünde durdu.
Taşlar onun himmetiyle ve Allahü teâlânın izniyle gözleri önünde
istenildiği gibi parça parça ayrıldı. Bu hâdiseye çok şaşan işçiler,
gidip durumu Melik Emced'e anlattılar. Melik buna hem çok hayret etti
hem de pek memnun oldu. Derhal huzuruna gidip hürmetle elini öperek
teşekkür etti.

İbn-i Şühbe şöyle anlatmıştır:

Hanımımın bir örtüye ihtiyâcı vardı. Satın almamı istedi. Borcum
olduğunu, bu sebeple alamayacağımı söyledim. O gece uyudum. Rüyâda
bana; "İbrâhim Halîlullah'ı görmek istersen, Abdullah bin Abdülazîz
el-Yuneynî'ye bak!" dendi.

Sabahleyin, Abdullah el-Yuneynî'nin bulunduğu yere gittim. Beni
görünce, beklememi istediler ve evlerine gidip geldiler.
Berâberlerinde, bir örtü ve borcum kadar para vardı. Onları bana verdi.
Alıp evime döndüm.

Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtı şöyle anlatılır:

Bir cumâ günü yıkanmak üzere hamama gitti. Cumâ namazı için gusl
abdesti aldı. Sonra câmiye gelip, cumâ namazını kıldı. Sonra Dâvûd
ismindeki müezzine; "Ey Dâvûd! Sen cenâze yıkar mısın? Yarın sabah bak
neler olacak!" dedi.

Müezzin bir şey anlamayıp; "Efendim biz sizin emrinizdeyiz." diyebildi.

Oradan ayrılıp dergâhına geldi. Talebelerini, her zaman altında
oturduğu ağacın yanına çağırdı ve; "Beni, buraya defnedin!" diye
vasiyet etti. O gece bütün talebeleriyle sohbet etti ve onlara ayrı
ayrı duâ etti. Talebelerinden biri; "Efendim zât-ı âliniz için, tatlı
menbâ suyu getirmişler içer misiniz?" diyerek ikrâm etti.

Suyu alıp içti. Kalanıyla da abdest aldı. Sabah namazını cemâatle
kıldıktan sonra, her zaman çıktığı minderin üzerine çıkıp, kıbleye
doğru bağdaş kurup oturdu. Her zaman olduğu gibi tesbihi elinde idi. O
hâlde hiç kimse ile konuşmadı. Herkes onun uyuduğunu zannedip yavaşça
oradan ayrıldı.

Bir ara hizmetçisi bir şey sormak için yanına girdi. Uyuyor zannederek
geri çıktı. Bir süre sonra; "Hocamız bu kadar geç kalmazdı!" diye
düşünerek, tekrar odaya girdi ve; "Yâ Seyyidî, ey efendim!" diye
seslendi. Ebû Osman el-Yuneynî hiç ses vermedi. Yanına gidip
baktığında, vefât ettiğini gördü. Hemen Melik Emced'e haber verdiler.
Derhal dergâha geldi. Ebû Osman Abdullah'ın hiç renginin değişmediğini
ve bağdaş kurmuş bir hâlde vefât etmiş olduğunu gördü. Cenâze işlerine
başladıklarında Müezzin Dâvûd gelip, Ebû Osman Abdullah'ı yıkadı. O
zaman Müezzin Dâvûd'a; "Yarın sabah bak neler olacak." demesinin,
vefâtına işâret olduğunu anladılar. Vasiyeti üzere, talebeleriyle
altında sohbet ettiği ağacın dibine defnedildi. Daha sonra buraya
velilerden pek çok kimse defnedildi.

Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynîhazretleri bir şiiri devamlı okuyup, ağlardı. Bu şiirin mânâsı şöyledir:

"Ey benim şefâatçım! Bütün arzum, özlem ve iştiyâkım sizedir. Bütün
kerîmler, cömertler kendilerinden şefâat istenilince kâbûl ederler.
Benim özrüm, sizin arzunuzda esir olmaktır. Aşk ateşiyle yanıp esir
olan kişilerin boynu bükük olur. Benim size olan bu özrümü kâbûl
ederseniz ne iyi ve ne güzeldir. Eğer kabûl etmezseniz, seven büyük bir
yük yüklenmiştir. Size karşı benim sabrım vardır. Benim için bu
sevgiliye kavuşmak, ulaşmak vardır."

BUNLAR ŞARAPTI

Kâdı Yâkûb şöyle anlatır:

Birgün Şam'da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava
çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O
sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır
bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah
el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.

Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan
uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?"
diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap
satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi
sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap
getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.

Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve;
"Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek
hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz
hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ
ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek
müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:29

ABDULLAH BİN ABDÜLGANÎ EL-MAKDİSÎ

Evliyânın büyüklerinden, hadis ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi.
Künyesi Ebû Mûsâ olup, ismi, Abdullah bin Abdülganî bin Abdülvâhid bin
Ali el-Makdisî'dir. Lakabı Cemâlüddîn'dir. 1185 (H.581) senesi şevvâl
ayında doğdu. 1232 (H.629) senesi ramazan ayında cumâ günü Şam'da vefât
etti.

Abdullah el-Makdisî, Kur'ân-ı kerîmi amcası Şeyh el-İmâd'dan öğrendi.
Fıkıh ilmini Şeyh Muvaffakuddîn'den, Arab dilinin inceliklerini ise
Ebi'l-Bekâ el-Akberî'den öğrendi. Şam'da; Abdurrahmân bin Ali el-Harkî,
İsmâil el-Cinzevî ve Ebû Tâhir el-Huşûî'den, Bağdâd'da; Abdülmün'îm bin
Küleyb, El-Mübârek bin Matuş ve Mes'ûd El-Cemâl'dan, İsfehan'da; Halîl
er-Râzânî ve Ebü'l-Mekârim el-Lebbân'dan, Mısır'da; Ebû Abdullah
el-Ertâhî ve oğlu Sa'd-ül-Hayr'dan, Nişâbûr'da; Mensûr el-Ferâvî,
El-Müeyyid et-Tûsî'den ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi, yazdı
ve rivâyette bulundu. Bunun yanında Mûsul, Erbil, Mekke ve Medîne'ye de
gidip hadîs-i şerîf dinledi.

Kendisinden ise; Hâfız ez-Ziyâ, Şeyh Şemsüddîn, Şeyh-ül-Fahr, Şems ibni
Hâzım, Şems İbn-ül-Vâsıtî, Nasrullah bin Iyâş, Nasrullah Sa'd-ül-Hayr
ve birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular. Kendisinden icâzet
(diploma) almak sûretiyle en son rivâyette bulunan, Kâdı Takıyyüddîn
el-Hanbelî'dir.

İbn-ül-Hacîb onun hakkında

Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, güvenilir, dînine son derece bağlı bir
zâttır. Emâneti koruma, mârifet, ezberinin kuvvetli olması
hususlarında, zamânımızda bir benzeri yoktu. Çok mütevâzî, heybetli,
vakûr, ağırbaşlı, cömert, müsâmehakâr, aklı selîm sâhibi, özür
dileyenin özrünü kabûl edici, çok ibâdet eden, vera' sâhibi, her an
nefsi ile mücâdele eden bir zât idi." demektedir.

Hâfız ez-Ziyâ ise onun hakkında; "Kur'ân-ı kerîmi kırâatına uygun,
doğru ve güzel okurdu. Ebû Mûsâ, fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde
zamanının büyük âlimi oldu. Birçok yere ilim öğrenmek için gitti. Çok
kere bu yolculukları yürüyerek yaptı. Her hâliyle örnek, kendisine
uyulan bir zât oldu. İnsanlar, onun derslerinden çok istifâde ettiler."
demektedir.

Ebû Mûsâ, İsfehan veNişâbûr'a ilim öğrenmek için yalınayak giderdi.
Yolda açlık ve susuzluk sıkıntılarına da göğüs gererdi. Melik el-Eşref,
onun için Sefh'de kendi ismiyle bir hadîs külliyesi yaptırdı ve Ebû
Mûsâ'yı buraya idareci ve müderris tâyin etti.

Zekîyyüddîn el-Berzâlî ise; "Hâfız Cemâlüddîn, sağlam, dînine bağlı olup ve doğruyu yanlıştan ayırırdı." demiştir.

Muhammed bin Selâm onun için; "Ebû Mûsâ, bir müzâkere, ders meclisi
kurdu. Pek çok kimse akın akın ona koştu. O, ilim ve edeb olarak bütün
üstünlükleri kendisinde toplamıştır." demektedir.

Ebû Mûsâ hazretleri vefât ettikten sonra, talebelerinden pek çoğu
rüyâda gördüler. Bir talebesi onu rüyâda gördü ve; "Size nasıl muâmele
yapıldı?" diye sordu. "Allahü teâlânın ihsânı ve ikrâmı ile nîmetler
içindeyim." dedi. Bir başkası onu rü'yâsında gördü ve; "Haliniz
nasıldır?" diye sordu. Ona da; "Hayra kavuştum." diye cevap verdi.

Ebû Mûsâ el-Makdisî bir talebesine rü'yâda şöyle dedi:

Yavrum! Benim, dünyâda iken okuduğum ve size yazdırıp öğrettiğim duâya
devâm et. O duâ, sana yazdırdığım falan kâğıttadır. O duâ; "Yâ Rabbî!
Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni
yoktan yarattın. Ben senin kulunum." duâsı olup, dünyâda çok okunması
sebebiyle burada kurtuluşuma sebeb oldu. Ona devâm et!

Vefâtı sebebiyle, Yûsuf bin Abdülmün'îm, söylediği kasîdede onun
hakkında özetle şöyle der: "Ölümüyle berâber sevinç ve neş'enin yok
olduğu kimseye üzülmemek elde değildir. Şâyet o kişi yaşasaydı, dîni
öğretir, insanlara Allahü teâlânın yolunu gösterir ve sünnetleri
yayardı."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:30

ABDULLAH EL-ACEMÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Şeyh Abdullah el-Acemî'dir. Doğum
târihi bilinmemektedir. Haleb civârında Bire yakınındaki Kefertaşe
köyünde ikâmet ederdi. Bağ-bahçe ile uğraşır, çiftçilik yapardı. Üstün
hâller ve kerâmetler sâhibi bir zâttı. 1242 (H. 640) senesinde doğduğu
yer olan Kefertaşe köyünde vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.

Menkıbelerinden bâzıları şöyle nakledilmiştir:

Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî
hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik
yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir
nar ağacından nar koparıp götürdü. Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar
ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?"
dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için,
ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem
de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat
namaz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu
bildir, gidip Melîk'e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın
üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı.
Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle; "Ağaçlar!
Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar!
Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak
Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına
kapandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak
isteyince Melik Zâhir; "Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları
seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz olduğunu
anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi. Abdullah el-Acemî'nin; "Belki
hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak
isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını
verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî
hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri
çevirmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup,
kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde
develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu
Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını
karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geliyordu.
Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı.
Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem
ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız; "Evet,
buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü
elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki
bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu
hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu.
Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin
otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ
etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere
toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra;
"Niçin böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin
yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar
toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında
toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa
döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz."
dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:30

ABDULLAH BİN AVN

Peygamber efendimizin arkadaşlarını gören büyük velîlerden. İsmi
Abdullah bin Avn bin Ertabân el-Müzenî'dir. İbn-i Avn diye de bilinir.
Basra'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Hadîs-i şerîf mütehassısı
olarak Basra'da şöhret buldu. 768 (H.151) senesinde vefât etti.

Abdullah bin Avn, devrinin büyük âlimlerinden okudu. Hadîs-i şerîf
ilminde zamânın önde gelen âlimleri arasına girdi. Semâme bin Abdullah
bin Enes, Muhammed ibni Sîrîn, İbrâhim en-Nehaî, Ziyâd bin Cübeyr bin
Hayve, Kâsım bin Muhammed, Hasan-ı Basrî, Şa'bî, Mücâhid ve
başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Hadîs-i şerîf öğrenmek için Mekke, Medîne, Kûfe, Basra ve daha pek çok
yere seyahat etti. İmâm-ı A'meş, Dâvûd bin Ebî Hind, Süfyân-ı Sevrî,
Şû'be, Ebû Yahyâ el-Kattân, Abdullah ibniMübârek, Vekî bin Cerrâh, Muâz
ibni Muâz, Muhammed bin Abdullah el-Ensârî ve başkaları kendisinden
hadîs rivayet ettiler.

Büyük âlim Kurre (rahmetullahi aleyh) der ki:

"Biz İbn-i Sîrîn'in verâsına, haram ve şüphelilerden sakınmasına hayrân
idik. Fakat Abdullah ibni Avn, onu bize unutturdu. O bu hususta çok
ileri mertebelerde idi."

Bikâr bin Abdullah es-Sîrînî anlatır:

"İbn-i Avn'ın kimseyle alay ettiğini görmedim. Çünkü o, kendi hâlinde
ve nefsiyle meşguldü. Günden güne olgunlaşıyor, tasavvufta git-gide
yükseliyor ve derecelere kavuşuyordu.

Abdullah bin Avn hazretleri her gün sabah namazını talebeleri ile
kılar, kimseyle konuşmadan, kıbleye karşı oturur, Allahü teâlâyı
zikrederdi. Bu hal güneşin doğmasına kadar sürerdi. Talebeleri de aynı
şekilde yapardı. Güneş doğduktan sonra onlara dönüp, derse başlar ve
nasîhat ederdi.

Bir defâsında; "Akıllı bir kimse bir hatâ işlediğinde ne yapalım?" diye kendisine soruldu. Buyurdu ki:

"Akıllı bir kimseyi, işlediği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu
zamânımızda da durum budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı
bir başkasından kendisi duyar."


Abdullah bin Avn, boş ve faydasız şeyler konuşmaz, insanların hayrına
olan şeyleri anlatırdı. Bulunduğu yerde kendisinden çok güzel koku
yayılırdı. Temiz ve güzel giyinirdi.Belli zamanlarda evine kapanır,
sükût ve tefekkürle vakit geçirirdi. İyi işlerini gizler, belli
etmezdi. Ana ve babasına iyiliği çoktu. Onların yediği kaptan hiç yemek
yemezdi. Bu sebeple kendisine sordular: "Ey Allahın sevgili kulu niçin
böyle yapıyorsun?" Cevâben buyurdu ki:

"Korkarım, yediğim kaptaki bir lokmada, onların gözü olur da farkına varmadan alıp yiyebilirim."

Bir gün annesi çağırdı. Biraz sert bir şekilde cevap vermişti. Sonra bu
hâline çok üzüldü. Hemen gitti ve bu hareketine keffâret olsun diye,
iki köle âzâd etti.

Evlerinin hepsinde müslümanlar parasız otururdu. İsteyeceği ücret
onlara çok gelebilir düşüncesiyle hiç kira almazdı. Diline sâhib olup,
hiçbir zaman kötü söz söylemezdi. Yaptıklarından pişman olmayan akl-ı
selîm sâhibiydi. Kur'ân-ı kerîmi çok okur, cemâate devâm ederdi.

İbn-i Mus'ab'a; "Abdullah bin Avn hakkında ne dersin?" denilince;

"Avn oğlu ile yirmi dört sene berâber kaldım. Her şeyine dikkat ettim.
Her hâliyle dînimize uygun yaşayışının netîcesinde meleklerin ona bir
hatâ yazmadığı kanâatine vardım." cevabını verdi.

Yahyâ el-Kattân da;

"Avn oğlu Abdullah'ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla
terketmiş olması bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır.
O, insanlar arasında diline en fazla sâhib olanlardandır."


İbn-i Mübârek onun için; "Onun gibi namaz kılan görmedim." dedi.
Âlimlerden Ravh ismindeki bir zât da; "Ondan daha ibâdet edici birisini
görmedim." buyurdu.

Abdullah ibni Avn hiç kızmazdı. Bir gün birisi kendisini kızdırmak
istedi, ona dönüp; "Allahü teâlâ sana iyilikler versin." cevabını verdi
ve duâ etti.

Muhammed bin Fudale anlatır:

Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. "İbn-i Avn'ı ziyaret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ ve Resûlü onu çok seviyor." buyurdu.

Bikâr binAbdullah es-Sîrînî, onun bir gün oruç tutup bir gün tutmadığını söyler.

İbn-i Mübârek'e; "İbn-i Avn ne ile bu dereceye yükseldi?" diye sorulunca; "Doğrulukla." cevabını verdi.

Abdullah ibni Avn vasiyetlerinde;

"Ey kardeşlerim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi
gece-gündüz okumanızı, cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni
olmanızı." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:30

ABDULLAH AYDERÛSÎ

Yemen evliyâsından. İsmi, Abdullah bin Abdullah bin Abdullah
Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1538 (H.945) senesinde Yemen'de
doğdu.

Abdullah Ayderûsî küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Âlim bir zât
olan babasından ilim öğrendi.Annesi Fâtıma binti Abdurrahmân da,
evliyâlık derecelerine kavuşmuş bir hanımdı. Onun terbiyesi ile
yetişti. Ayrıca dînî ilimleri Şihâbüddîn Ahmed, Hüseyin bin Abdullah,
Ahmed bin Abdullah ve başkalarından öğrendi. Sonra, Hindistan'ın
Ahmedâbâd şehrinde bulunan babasının yanına gitti ve okumaya devâm
etti. Daha sonra hacca gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki birçok âlimden ilim
öğrendi. Fıkıh, hadîs, tefsîr ve usûl ilminde yükseldi. Memleketine
dönüp ilim ve edeb öğretmeye, ders vermeye başladı. Çok uzak yerlerden
akın akın ilim öğrenmeğe geldiler. Hadramût beldesinde ilimde en üstün
zat oldu. Pek çok kimse talebesi oldu. Muhammed ve Zeynelâbidîn
adındaki oğulları ile,Abdurrahmân Sekkâf, Ebû Bekr Şiblî adlarındaki
torunları, İmâm Abdullah bin Muhammed, Hüseyin bin Abdullah,
Şeyhülislâm Ebû Bekr bin Abdurrahmân, Şihâbüddîn, Kâdı Ahmed bin
Hüseyn, Fakîh Abdurrahmân bin Akîl, Seyyid Ebû Bekr bin Ali, Hüseyn ve
başkaları kendisinden ilim öğrendiler.

Abdullah Ayderûsî'nin ömrü, hep ilim öğretmekle geçti. Allahü teâlâ ona
uzun ömür verdi. Çok cömert olup, îtibâr sâhibiydi. Asrının büyük
âlimlerinden olduğunu herkes kabul etti. Yumuşak huyluluğu yanında
heybetli olması ile karşısındakine saygı telkin ederdi. Susması çok
olup, lüzumsuz konuşmazdı. Evinde ibâdetle meşgûl olur, ancak cumâ
namazı için veya bir düğün yemeğine çağrıldığında evinden çıkardı.
Evinden çıktığında sokaklar onu görmek ve duâ almak isteyenlerle dolup
taşardı. Çok kerâmetleri görüldü. Bir talebesine bir beldeye gidip
orada bulunmasını söyledi, o da gitti. Hocasına bağlılığı ve muhabbeti
sebebiyle çok geçmeden orada hizmetler yapıp mânevî derecelere kavuştu.

Sevdiklerinden birinin kıymetli bir eşyâsı çalınınca, bu duruma çok
üzüldü. Ayderûsî onun bu hâlini görünce; "Falan yere git. Orada bekle,
yanına gelen ilk kimseye aldığı malı getirmesini söyle." Getirip
verirse güzel. İnkâr ederse onu al buraya getir." buyurdu. O da yanına
ilk gelen kimseye söyledi. O kimse aldığı malı getirip eksiksiz teslim
etti.

Ayderûsî, Yemen'in Terîm şehrinde çok hayır eserleri yaptırdı.
Yaptırdığı mescidler meşhûrdur. Mescid-ül-ebrâr ve Mescid-ün-nûr
bunlardandır. Yolcular ve fakîrlerin istifâdesi için hurma fidanları
dikti. Uzun bir zaman gözleri görmez oldu. Sonra açıldı. Fazîlet sâhibi
kimseler onu medh eden kasîdeler yazdılar.

1610 (H. 1019) senesinin Şubat ayının dokuzunda Perşembe günü ikindi
namazının secdesini yaparken vefât etti. Cenâze namazı cumâ günü büyük
bir kalabalık tarafından kılındı. Cenâzesinde sultan ve devlet adamları
da yer aldılar. Önceden Yemen'de Terim kasabasının Zenbil kabristanında
hazırladığı yere defnedildi. Sonra mezarın üzerine bir de türbe yapıldı.

KERÂMETLERİ ÇOKTU

Âriflerden biri rüyâsında, Peygamber efendimizi Müdeyhac Mescidinin
mihrâbında namaz kılarken gördü. Abdullah Ayderûsî de Peygamberimize
uymuş olarak namaz kılıyordu. Abdullah bin Ahmed de, Ayderûsî'nin
arkasındaki safta idi. Ayderûsî, câminin sahn (ortasındaki boşluk)
kısmında idi ve üzerine yağmur yağıyordu. Rüyâyı gören zât, bu rüyâsını
sâlih bir kimseye anlattı. O kimse rüyâyı şöyle tâbir etti:

Bu rüyâ, Ayderûsî'nin Peygamber efendimize tam uyduğuna; yağmur da,
kerâmetlerinin çokluğuna delâlet eder. Çünkü onun kerâmetleri çoktur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:31

ABDULLAH-I DEHLEVÎ

Hindistan evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup,
seyyiddir. 1745 (H. 1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824
(H. 1240) senesinde Delhi'de vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii
yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her zaman ziyâret edip, feyz
almaktadır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih,
zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir
zât idi. Bu yolu Hızır'la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn
Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz
almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram
yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle yetinir,
nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i
şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O'nun büyüklüğünü
tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.

Bir gün rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi:

"Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında
dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât
olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini
emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir,
amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i
Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin
hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya
sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve
zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası şeyh Nâsırüddîn'in
hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip, Kâdiriyye yoluna
girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-ı Dehlevî
Delhi'ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti.Babası; "Oğlum! seni
Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb
değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git.
Serbestsin." dedi.

O sırada Delhi'de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki
halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır,
Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların
huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi'de
bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitmek geldi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini talebeliğe
kabûl buyurmasını istedi. O da:

"Sen zevkin ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.

Abdullah Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de
buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek
olsun."buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye yolunun,
Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini
öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi.
Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp,
halîfesi oldu.

İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler
geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı
Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in
yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.

Elinde malı, mülkü kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile
karşılaşan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu.
Eski bir hasırı yatak, bir tuğla parçasını yastık edindi. Bu şekilde,
on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir defâsında o kadar çâresiz
kalıp, bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre benim mezârım
olacaktır." diye düşünmeye başladı. Nihâyet Allahü teâlânın yardımı
yetişti. Tanımadığı birisi, bir mikdâr para bırakıp gitti. O günden
sonra devamlı Allahü teâlânın bu şekilde yardımına kavuştu.

Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı.
Uzak yakın her yerden, Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve
Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile
şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî,
Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah
efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun
büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can
bunlardandı. Bâzısı ise,Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp
geldi.

Dergâhında iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını
temin ederdi. Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu.
Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim
arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın hürmetine bana merhamet eyle!"
buyurdu.

Peygamber efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret
ederdi. Az uyur, teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da
kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur, peşinden Kur'ân-ı kerîm okurdu.
Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra
talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı anmak
ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr
derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek
yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez,
talebelerinin de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi.
Birisi para gönderse, şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam
hazretlerinin ictihadına göre bir sene dolmadan mal nisaba ulaştığında
zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını verirdi. Çünkü bir
kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün
olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka
şeyler yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını
öder, birazını da yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye
yakın sünnet-i şerîfeye uymak için bir müddet kaylûle yapar, uyur,
kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar okumak, bâzı mevzular
üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması lâzım olanları
yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve
tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuşeyrî'yi
okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile
meşgul olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile
talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı
kıldıktan sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku
bastırdığında seccâdesi üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan
otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan ayağını uzattığı
görülmezdi.

Kur'ân-ı kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin
gâlib olduğu zamanlar dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız,
dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sinide
çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur, coşar, ilâhî
muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve
yasaklarına uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.

Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın
emirlerini hatırlatır, yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre
Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir şeyi giyerek huzuruna geldi.
Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında oturmamasını istedi.
Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha yanınıza gelmem
dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb
etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat
etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve
talebesi oldu.

Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca
dergâhın ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardımda bulunmayı teklif
ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da dergâhın ihtiyaçları için
yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf Ahmed'e; "Hediye gönderen
Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.

Biz fakr-ü kanâati şeref biliriz,

Emîr Hana söyleyin mukadderdir rızkımız.

Ve biz, Allahü teâlânın meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet vardır." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.

Bir sıkıntısı olduğunda din büyüklerinin yardımına kavuşurdu. Şöyle anlatır.

Bir defasında karnım ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
rûhâniyetinden yardım istedim. O anda kendisini gördüm. Yanıma teşrîf
edip, rahatsızlığımı giderdiler.

Peygamber efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O'nun şerefli
ismini duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi
ona; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar
buyurdukları bir zâtsın." demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla
birden yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; "Ben kim
oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru olayım." deyip tevâzu
gösterdiler.

Yakın talebeleri anlatırlar; "Mübârek hocamızın odasından zaman zaman
çok güzel kokular duyardık. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem ile büyük âlim ve evliyânın rûhlarının ziyârete
geldiklerini anlardık. Hocamız, Peygamber efendimizin sünnet-i
şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; "Biz muhabbet şerbetini
içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep; kalblerimize çeşit
çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir."
buyurdu.

Giyiminde Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalın elbise
giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç
elbise alır, fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. "Birkaç kişinin
giyinmesi bir kişinin giyinmesinden daha iyidir." buyururdu.

Buyurdular ki:

Rüyâda Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah; "Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür." sizin
hadîsiniz midir? dedim. "Evet." buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve
tahmîd, elhamdülillah okuyup, mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ
okuyamadım. Rüyâda Resûlullah'ı, Tirmizî'nin Şemâil'inde anlatılan şekilde gördüm. Geldiler ve; "Okumadın!" buyurdular.

Bir defâ Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi
sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e
girmeyecek." buyurdu.

Hiçbir kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin
efendisine sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki haslet ziyadesi ile var idi.

Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'ın feyz ve bereketlerini
onların kalblerine akıtırdı. Bu büyük iş, onda çok görüldüğünden
binlerce talebenin kalbi devamlı Allahü teâlâyı anar hâle getirdi.
Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek
makam ve hâllere eriştirdi. Bununla berâber kerâmetleri, Allahü
teâlânın izni ve ilâhî ilhâm ile gaybdan haber vermeleri olurdu.

Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan
hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşurlarken; "Hocamızın
yüksek huzurlarına kavuştuğumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?"
dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir
takke vermesini arzu ederim." diye konuştu. Huzurlarına varınca,
Abdullah-ı Dehlevî herkese, arzu ettiği şeyi ikrâm etti.

İnsanların müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri onun duâları ile hallolurdu.
devam ediyor
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:32

Beyt:

İşlerinin olması mutlak Allah'dandır,
Sakın zannetmeyin bu, kullardandır.


O yüksek makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'ın Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem mûcizelerinin şuaları idi.

Birçokları Abdullah-ı Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar,
içine düşen şevk ile huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşup,
memleketlerine dönerdi. Talebeleri çok olduğu hâlde, teveccühleri ile
herbirini makamdan makâma geçirir, hâlden hâle kavuştururdu.
Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek işleri, günlere
sığdırırdı. Pek çok fâsık, fâcir ve günahkar, yüksek nazarları,
bakışları ile tövbe edip, doğru yola geldiler. Bir kısım kâfirler de
küçük bir iltifâtı ile müslüman oldular.

Bir gün yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisine, severek gelip, sohbetini dinlemeye başladı. Mec.

Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî
hazretlerinin mübârek nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir
değişiklik oldu. Hemen müslüman oldu.

Beyt:

Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.


Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarının
şifa bulması için duâ etmesini isterlerdi. O da, gelenleri boş
çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ buyururdu. Allahü teâlâ, böyle
sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için, hasta ânında iyi
olurdu. Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî'nin hâne-i saâdetlerinin
önünde birikip, dertlerine derman ararlardı.

Talebesinden Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı.
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin elini hastanın üzerine temas
ettirmesiyle, hastalık Allahü teâlânın izniyle geçti.

Delhi Câmisinin imâmı Mevlevî Fadl Ahmed'in çocuğu uzun zamandır hasta
yatıyordu. Bir gece rüyâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine
gelip, hasta oğluna bir şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamâmen
iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk ve hâlis bir niyet ile biraz para
alıp, huzûruna geldi ve; "Bunları kabûl ediniz." diye arzetti.
Abdullah-ı Dehlevî tebessüm edip; "Bu bizim geceki hizmetimizin ücreti
midir?" diyerek keşf-i kerâmet buyurduğunda, Mevlevî Fadl Ahmed; "Hayır
efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize şükür bile olamaz."
dedi.

Abdullah-ı Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Hanı ziyârete gitti. Onu
sekerât hâlinde, gözlerini kapamış ve şuûru gitmiş buldu. Yakınları; "
Hastalığının gitmesi için Allahü teâlâya teveccüh ediniz" dedi. O da,
hastaya bir baktı. O anda hastanın şuûru yerine geldi, gözlerini açtı.
Bir müddet onunla konuştu. Abdullah-ı Dehlevî kalkıp mübârek adımını,
kapısından dışarı atıp çıkınca hasta hemen vefât etti.

Ölüm hâline yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher
vaktinde Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri duâ ettikten sonra hastaya teveccüh buyurdu, o anda hasta
iyileşti.

Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsından bir kadın
hastalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması
için duâ ricâ etti. Fakat o duâ etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince;
"Bu kadın, on beş günden çok yaşamaz." buyurdu. Allahü teâlânın takdîri
ile on beşinci gün vefât etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip,
hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama yaşamasına fayda vermedi.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve; "Mîr'in
teveccühlerinin bereketi, bu hanımın üzerinde açıkça görülmektedir."
buyurdu.

Delhi'de kıtlık, kuraklık olmuştu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri
mescidin avlusuna çıkıp, kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur
yağması için Allahü teâlâya niyazda bulundu. Çok geçmeden yağmur yağdı.

Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere
çıkmıştı. Dönerken hocası Abdullah-ı Dehlevî'yi yanında yürüyor gördü.
Ahmed Yâr'a; "Hızlı yürü, kâfile geride kalsın! Çünkü yolda,
soyguncular, yol kesiciler vardır. Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu
ve kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan
çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip, ardımdan kâfileyi bastılar. Ben
kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim." diye anlattı.

Hazret-i Zülf Şâh anlattı:

Abdullah-ı Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim.
Memleketim Delhi'den çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât
karşıma çıkarak yolu gösterdi. "Sen kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için
yola çıktığın kimseyim." buyurdu. Bu hâl, başımdan iki kere geçti.

Ahmed Yâr'ın amcası, sultan tarafından hapsedilmişti. Ahmed Yâr
ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı
Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten çıkarsın." buyurdu. Ahmed Yâr
ise; "Bu nasıl olur, kale muhafız askerler ve nöbetçilerle
kuşatılmıştır." dedi. Hocası da; "Sen orasını düşünme, sözümü dinle
git, onu kurtarırsın." buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten
kurtardık ve nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadı." diye
anlattı.

Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna bir şahıs gelip; "Ey efendim! Oğlum iki
aydan beri kayıptır. Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder
misin?" dedi. O da; "Çocuğunuz evdedir." buyurdu. Gelen çok şaşırarak;
"Ben şimdi evden buraya geldim." deyince tekrar; "Evinize gidiniz.
Çocuğunuz evdedir." buyurdu. O kimse emre uyarak evine gitti ve
gerçekten çocuğunu evde buldu.

Meyân Ahmed Yâr anlatır:

Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir
hanımın evine tâziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü
teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadın; "Hocam!
Ben ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık
çocuğumuz olmaz." diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her şeye
kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o evden çıktık ve eve bitişik bir
mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat namaz kıldı. O
kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp;
"Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hâcette
bulundum. Duâmın kabûl olduğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah
çocuğu olacaktır." buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü
teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.

Onu üzenler yaptıklarının zararını görürlerdi.

Hakîm Rükneddîn Han başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden
birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ı
Dehlevî'nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken
Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi. Başka bir
seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün vâli azledildi.

Mübârek dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı kirâma düşman olan biri vardı.
Abdullah-ı Dehlevî'nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu.
Bunun için genişletilmesi lâzımdı. Kadından, o yeri istediler. Kadın
vermedi. Nihâyet Delhi'nin ileri gelenlerinden Hâkim Şerîf Hanı ona
gönderdiler ve; "Eğer satıp, para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli
olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye gibi bir isimle bize verdiğinizi
söyleyin." dediler. Allahın velî kullarına düşman olan bu kadın,
Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî hakkında,
râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim
kalktı. Abdullah-ı Dehlevî'nin yanına geldi ve durumu anlattı.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî,
söylediklerini duydun!" dedi. Allah'ın takdîri ile o evde bulunanlardan
bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda öldü. Çocuk da hastalandı.
Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O çocuğu Abdullah-ı
Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği
binlerce âlim ve evliyâdır. Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid
Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ
Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdıl Gulâm, Mevlânâ
Şeyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm
Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid Ahmed, Mevlânâ
SeyyidAbdullah Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed
Münevver'dir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere neşe ve
sevinç veren söz ve sohbetleri ayrı bir nîmet sofrası idi. Buyururdu ki:

"Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."

"Hizmet görmek isteyen hocasına hizmet etsin."

"Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun."

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanında bulunanları terbiye edip,
yetiştirdiği gibi uzakta olanlara da mektupları ile doğru yolu anlatır,
gaflet, Allahü teâlâyı ve âhireti unutmaktan uyandıracak nasîhatlarda
bulunurdu.

Bir mektûbunda şöyle buyurdu:

Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size
selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han,
iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık
dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet
nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü
günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet
etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar,
yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş
ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden
Kur'ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile
geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer
günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce
teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama
diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve
rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik.
Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz
iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ
gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın
ve Peygamberinin huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu
uygunsuzluk ve liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak
çok zordur. Ancak Allahü teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir.
Mücerred ihsânı ile muâmelesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür
dileyecek yüzümüz yoktur.

Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli
işledik. İyiler Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına
kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi
hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır
ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların
yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları
akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta
bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve
sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları
hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr
size her zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin."
(91. mektup)

Abdullah-ı Dehlevî namaz hakkında şöyle buyurdu: Namazı cemâatle kılmak
ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun
hareketsiz durması) ile kılmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkıp, ayakta
her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde
arasında "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi
tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren
âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin
vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib
olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir.
Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet
demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek
küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde,
secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka
keyfiyetler, hâller hâsıl olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak,
tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek), Resûlullah efendimize
salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü
teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar,
otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde,
cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan,
bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi
farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili
Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce
peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.

devam ediyor
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:32

Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu.
Bu hadîs-i şerîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede
olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor." demektir. Bir hadîs-i
şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey Bilâl!
Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur."
demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl
değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha
çok kaçırır.

Îmânı olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber
efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü
teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Ateşte
sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşte
yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu
korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar.

Bu ise, çok kolaydır. "Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed
aleyhisselâmın O'nun son peygamberi olduğuna ve O'nun haber verdiği
şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak" insanı bu sonsuz felâketten
kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için
böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini
aramıyorum, derse, buna deriz ki: "İnanmamak için elinde senedin,
vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet
vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir
mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da,
"Sonsuz olarak ateşte yanmak" felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı?
Azıcık aklı olan kimse bile böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte
yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı?

Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı.
İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu
ki:

Şu şiiri okuduğum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum.

Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım,

Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim.

Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî
sevgilinin aşkı ve O'na kavuşma isteğinin cilvelerini gördükçe
gençleşirim.

Vefâtları: Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzû
ederlerdi. Lâkin buyururlardı ki: "Mürşidim ve üstâdımın, yânî Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd edilmesinden insanlara çok sıkıntılar
geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce insan öldü. Yine o şehîdlik
hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve gürültülerde ölenler,
herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar çoktu. Onun için şehîd
olmaktan vazgeçtim."

Abdullah-ı Dehlevî'nin son hastalığında bâsur ve kaşıntısı arttı. Bu
sırada Luknov'da bulunan Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kısa zamanda birçok
mektuplar yazıp; "Benden sonra yerime siz oturursunuz." dediler. Bu
haberler üzerine Ebû Sa'îd çok şaşırdı. Çoluk çocuğunu Luknov'da
bırakıp süratle geldi. Huzurlarına gelince; "Sizinle karşılaştığım
zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte geldiniz
ki, ağlayacak gücüm de yok." buyurup, çok ihsânlarda bulundular.
Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasiyetnâme yazdırırlardı. Şimdi
de hem yazdırdılar hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki:

"Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhâfaza ediniz. Güzel
ahlâklı olup, insanlarla iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasıl
ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz.
Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzerine olunuz. Benim
cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber efendimize âit eserlerin)
bulunduğu Delhi'deki Büyük Câmiye götürünüz Allah'ın Resûlünden şefâat
isteyiniz."

Yine buyurdu ki:

Hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend; "Bizim cenâzemizin önünde;

Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.


Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim


beytlerini okuyun!" buyurmuşlardı. Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin güzel sesle okunmasını istiyorum:

Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,


Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise Kerîm.


Cumartesi günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i
yâni Şâh Ebû Sa'îd'i (r. aleyh) çağırınız." buyurdular. Mevlevî Sâhib
acele kalkıp, Ebû Sa'îd hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince,
bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde,
kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan
ayrıldılar.

Vefâtı haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı Büyük
Câmide kılındı. Şâh Ebû Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdı Mazhâr-ı
Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.

Bugün oradaki üç kabirden biri de Şâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir.
Hacdan dönerlerken Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip,
Abdullah-ı Dehlevî'nin sağ yanına defnettiler. Bu duruma göre,
Abdullah-ı Dehlevî'nin mezârı ortada olandır.

Abdullah-ı Dehlevî'nin vefâtı için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü
teâlâ kabrini nûrlandırsın." ve "Cân be-Hak Nakşibend-i sânî dâd:
İkinci Nakşibend Hakka cân verdi." târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de
pek güzel bir rubâî söyledi ki şöyledir:

Zamânının kayyûmu Şâh Abdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona Cennât-i naîm.


Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na'îm (1240)


Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin büyüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır:

"Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesîle oldu.

O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.

O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.

O, Dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.

O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların
gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.

O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat yeridir.

Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün
gücü ile insanları Allahü teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.

O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru
yoldan giderse, sen o kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye
hitâb et.

Nefs hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.

Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmıştır.

Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.

O, noksan olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.

Şânı yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir."

Eserleri: 1) Makâmât-ı Mazhariyye: Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerini pek güzel anlatmaktadır. 2) Mekâtib-i şerîfe: Pek faydalı bilgiler ve nükteleri ihtiva etmektedir.

EYVAH!..

Abdullah-ı Dehlevî müslümanlara çok şefkatli idi. Seher vakti onlara
duâ ederdi. Kötülük gördüklerine de iyilik yapardı. Hâkim Kudretullah
Han Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı
Dehlevî'yi gıybet eder, aleyhinde konuşurdu. Bir gün hapse düştü.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapishâneden çıkartmak için çok
uğraştı. Fakat bunu ona söylemedi.

Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konuşulmazdı.
Birisi gıybet etse ona mâni olur, gıybet edene; "O dediğine ben daha
layıkım." derdi. Bir gün yanında; pâdişahı kötülediler. O gün oruçlu
idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz kimseyi
kötülemediniz ki!" dendiğinde; "Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik.
Gıybette söyleyende dinleyen de aynıdır." buyurdu.

O'NDAN GELENE RÂZIYIZ!

Abdullah-ı Dehlevî'nin mübârek vücûtlarında birkaç tane hastalık vardı.
Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen
dostlarından biri dayanamayıp; "Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak
için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da duâlarınızı reddetmiyor. Her
gelen, şifâya kavuşarak huzûrunuzdan ayrılıyor. Hâlbuki sizdeki
hastalıkları biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsanız olmaz
mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ
istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O
gönderdiği için râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb olduğundan
Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu
sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz."
buyurdu.

O, insanların sıkıntılardan kurtulmalarına yardımcı olurdu.

SÂDIK TALEBE!

Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki;

Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun
sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir
aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki
günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'dan korkar,
titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için
çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru
kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz.
Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü
teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve isimleri
anıldığında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber
efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu.
Sâlih müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o
büyüklere karşı bir edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri
sevmek, Allah'ın Resûlünü sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi
bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı
diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha üstün olduğu ancak âyet-i
kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile anlaşılır.
Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.

HASTALIK NÎMETTİR

Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,
Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.

Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,
"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.

Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,
Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."

Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,
Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."

O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."

O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."

"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.

Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.

Dedi ki:"Ey efendim, çok ağırdır hastamız,
Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."

Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,
Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.

Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,
Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.

Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,
Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.

Sevdiklerinden biri, buna olup muttali
Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.

"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.

Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.

Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.

Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?
Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."

Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,
Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.

Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.

Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,
Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."

Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.

Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.

Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."

O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.

Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.

Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,
Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.

Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,
Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:32

BDULLAH BİN DÎNAR

Tâbiîn devri evliyâsından. İsmi Abdullah bin Dînar, künyesi Ebû
Abdurrahmân'dır. Doğum yeri ve târihi bilinmektedir. 744 (H.127)
senesinde vefât etti.

Abdullah bin Dînar, Abdullah ibni Ömer'in âzâdlı kölesi idi. İlim ve
edeb üzere yetişti. Hadîs-i şerîf ilminde üstün bir dereceye yükselmiş
olup müksirûndan yâni, çok hadîs-i şerîf rivâyet edenlerdendir. Eshâb-ı
kirâmdan Abdullah ibni Ömer, Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anhümâ),
ayrıcaSüleymân bin Yesâr ve Ebû Sâlih bin Selmân'dan ilim öğrenip
hadîs-i şerîf rivâyet etti. İmâm-ı Nesâî onu müksirûndan kabûl eder.
Kendisinden, Mûsâ bin Ukbe, Mâlik oğlu Abdurrahmân, Nâfi el-Kureyşî,
Süfyân bin Uyeyne, Muhammed bin Sûka gibi âlimler hadîs rivâyet
ettiler. Hadîs âlimleri onu sika, güvenilir saydılar. Rivâyetleri
meşhûr hadîs kitapları olan Kütüb-i Sitte'de bulunmaktadır. Nasîhatleri ile yol göstermiş ve insanların kalbinde yer tutmuştur.

Abdullah bin Dînar hazretleri, ahlâkça Tâbiînin en ileri gelenlerinden
idi. Ebû Hamza bir gün kendisine; "Allahü teâlâya yaklaşmak nasıl
olur?" diyerek nasîhat isteyince;

"İnsanlardan uzak ve yalnız olduğunda kısaca her zaman Allah'tan
kork. Beş vakit namazını cemâatle kıl. Yönünü harama çevirme, böylece,
Allahü teâlâya yaklaşanlardan ol."
buyurmuştur.

Abdullah bin Dînar bir sohbetinde talebelerine ve sevdiklerine buyurdu ki:

"Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: "Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl
emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir?
Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez.
Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Rûhunu
Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır.
Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:32

ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ebû Bekr bin
Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs, künyesi Ebû Muhammed'dir. 1408
(H.811) senesinde doğdu.

Babası, Abdullah Ayderûs doğmadan önce Allahü teâlâya kendisine sâlih
bir evlat vermesi için yalvarırdı. Evine sohbet için birçok velî
gelirdi. Bir defâsında onlardan duâ istedi. Onlar duâ edince, o sırada
gâibden bir ses duyuldu. Bu ses; "Duâ kabûl oldu. İsteğiniz olacak."
diye yankılanıyordu. Doğmadan önce dedesi; "Doğacak bu çocuk büyük bir
velî, doğu ve batının kutbu olacak." buyurdu. Doğduktan sonra
velîlerden olan dedesi ismini ve künyesini koyarak, mânevî himâyesine
aldı. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdullah Ayderûs, dedesinin
yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. 8 yaşında iken dedesi vefât etti.
Vefât etmeden önce Abdullah'ın şânının yüksek olacağını söyledi. Sonra
yetişmesini babası üzerine aldı. Babası ona çok değer verir ve; "Bu
oğlum Abdullah'da Peygamber efendimizin kokularından bir koku
duyuyorum." derdi. Fakat 10 yaşına basınca babası da vefât etti. Bunun
üzerine yetiştirilmesini amcası Şeyh Ömer Muhdâr üzerine aldı ve onu
kızı ile evlendirdi.

Amcası Ömer Muhdâr, aynı zamanda onu tasavvuf yolunda yetiştirdi.
Amcasından birçok ilim ve ism-i a'zamı öğrendi. Ayrıca Sa'd bin
Abdullah Ubeyd, Abdullah Bahrâve, İbrâhim bin Muhammed Hürmüz ve
Abdullah Guşeyr'den fıkıh öğrendi, Tenbîh, Hulâsa ve Minhâc kitaplarını
okudu. Ayrıca Muhammed bin Hasan ve amcaları Ahmed, Muhammed ve
Hasan'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Sayılamayacak kadar âlime talebelik
etti ve ilim öğrendi.

Abdullah Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma
tanesi ile açtı ve başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek
yemesini ister, o da muhâlefet edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için
bundan vazgeçti. Yirmi sene bir yatakta yatıp uyumadı.

Ayderûsî yirmi beş yaşında iken amcasıÖmer Muhdâr vefât etti. Bunun
üzerine halk, Muhammed bin Hasan'a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr'ın
vazîfesini yapmasını istediler. O da istihâre yaptıktan sonra bu işe
Abdullah Ayderûsî'nin daha lâyık olduğunu söyledi. Ayderûsî ise bu
vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe kendisinden daha lâyık
olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat amcalarının ısrarları
üzerine, ders vermeye ve talebe okutmaya başladı. Dört bir taraftan
gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu
öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı
Gazâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn kitabını
çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti.Bunu talebelerine de tavsiye ederek;
"Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol, bir usûl yoktur. Bu yolu
da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu, Hüccet-ül-İslâm
İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır. Bu
eser, Kitab (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve
hakîkatin açıklamasından ibârettir." buyurdu.

Abdullah Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini
müslümanlara tahsis ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve
herkesin seviyesine inerdi. Konuştuğu kimse onun en çok kendisini
sevdiğine inanırdı.

Abdullah el-Ayderûs; dünyaya düşkün olmayıp haram ve şüpheli şeylerden
çok sakınan bir zât idi. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur.

Abdullah el-Ayderûs'un hanımı Âişe binti Ömer Muhdâr çok ağır hasta
oldu. Akrabâlarından bir hanım onun odasına girdi. Âişe hanımın sanki
nefes alması durmuştu. Kadın iyice anlamak için, Âişe hanımı sağa sola
çevirdi. Hiç ses alamadı. Abdullah el-Ayderûs'a haber verince,
hanımının yanına girdi. Dedikleri gibi nefes almadan yatıyordu.
Hanımına duâ edip üç defâ ismi ile seslendi, üçüncü seslenişte, Allahü
teâlânın izni ile hanımı cevap verdi ve hastalıktan kurtulmuş olarak
kalktı.

Allahü teâlâ, daha birçok hastaya, Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin duâsı ile şifâ ihsân etmiştir.

Şöyle anlatılır:

Ali bin Ömer Meşûs isimli sâlih bir zât vardı. Bu zât, bir gün hanımına
bedduâ etti. Hanımı bir hastalığa yakalanıp bîtâb düştü. Bunun üzerine
pişman olan ve üzülen o zât, hemen Ebû Muhammed el-Ayderûs'un yanına
gidip durumu anlattı. Ebû Muhammed el-Ayderûs, o zâtı bir daha bedduâ
etmekten men etti ve; "Sen şimdi hanımının yanına git." dedi. O zât
hanımının yanına gittiğinde, onun, sapasağlam olduğunu gördü; "Sen
nasıl oldu da böyle iyileştin?" diye sordu. Hanımı; "Sen gittikten bir
süre sonra uyumuşum. Rüyâmda Şeyh Abdullah yanıma geldi ve benim
üzerime Mâşâallah okudu. Sonra da bana; "Kalk." dedi. Uyanıp kalktım ve
Allahü teâlânın izniyle yürüdüm." cevabını verdi.

Abdürrahmân Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa
zamanda yayıldı. Eli şişti. Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı
ise çâre bulamadı. Kime gitti ise, yarası daha da azdı. Sonunda o zât
Ebû Muhammed el-Ayderûs hazretlerinin yanına gelip durumunu arz etti.
Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle şişkin olan yaranın
üzerini meshetti. Bâzı ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan." buyurdu.
Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.

Ebû Muhammed el-Ayderûs zamânında, bulunduğu beldenin ileri
gelenlerinden bir kişinin, bir kız çocuğu vardı. O kişi kız çocuğunu
çok severdi. Bir gün kızın gözü ağrımaya başladı. Sonunda kızın gözü
kapandı. O zât, kızını alarak, Şeyh Ebû Muhammed'in yanına getirdi.
Kızının sıhhate kavuşması için duâ istedi. Şeyh Ebû Muhammed, şifâsı
için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra eli ile gözün üzerine meshetti.
Allahü teâlânın izni ile o kızın gözleri iyileşti.

Süleymân bin Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır:

Bir zaman küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda
Şeyh Abdullah el-Ayderûs'un bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah
Ayderûs'u vesîle ederek Allahü teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra
yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra binmiş gördüm, peşimde de bir
grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân (Yâ
Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı. Sabah
kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser yoktu.

Abdullah el-Ayderûs'un zamânındaki sultanın bir kız kardeşi vardı. Bu
hanımın pekçok mücevheri vardı. Bir gün mücevherler çalındı. Bu hâle
sultan çok kızdı ve; "Mücevherleri kim aldı ise, onu öldüreceğim."
dedi. Abdullah el-Ayderûs bunu haber alınca, hemen sultanın yanına
gitti ve bir süre nasîhat etti:

"Yâ Sultan! Sen hiç bir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur." dedi.

Bu söz üzerine sultan ferahladı. Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs
yanına bir talebesini alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine
gitti ve mücevherlerin hepsini istedi. O kişi, Abdullah el-Ayderûs'un
heybetinden korkarak mücevherleri verdi. Abdullah el-Ayderûs oradan
ayrılıp, Şeyh Ömer mescidinin yanına geldi. Yanındaki talebesini saraya
gönderip, sultanın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona
mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da, hepsini bir bir târif etti.
O kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve târif edilen vasıflara
uyan mücevherleri sultanın kız kardeşine verdi. Geri kalan mücevherleri
de, sâhibine götürüp teslim etti.

Bir gün kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden
geçiyordu. Kadın bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir
kenara bırakıp ağaca çıktı. Bir mikdâr meyve topladı. Aşağı indiğinde
oğlunu hareketsiz bir hâlde buldu. Bunun üzerine ağlayıp feryâd etmeye
başladı. Oradan geçenler bu bahçenin Seyyid Abdullah hazretlerine âid
olduğunu söylediler. O zaman kadın tövbe etti. Topladığı meyveleri geri
verdi. Çocuğunu alıp giderken çocuğunun tekrar eski hâline geldiğini
gördü.

Abdullah el-Eyderûs hazretleri bir gün bir yerde uyudu. Bu arada namaz
vakti girdi. Bir zât onu namaz kılması için uyandırdı. Namaz vaktinin
girdiğini bildirdi. Bunun üzerine Abdullah-ı Ayderûsî ona; "Ben
namazımı cemâatle kıldım." dedi. O zât kendi kendine; "Hâlbuki ben
buradan hiç ayrılmadım. O ise cemâatle kıldığını söylüyor." diye
düşündü. Dışarı çıkıp gördüklerine; "Size namazı kim kıldırdı?" diye
sorunca onlar da; "Şeyh Abdullah-ı Ayderûsî" cevâbını verdiler. O zât
bu durumun Abdullah-ı Ayderûsî'nin kerâmeti olduğunu anladı.

Duâsı makbuldü. Abdullah bin Ali Kesîri, vefât edince, oğulları
Muhammed ile Bedr arasında ihtilaf çıktı. Bedr, Şuyun denen yeri işgâl
etti ve burada yaşayan Ebû Bekr bin Herise isminde velî bir zâtı
hapsedip çeşitli eziyet ve işkenceler yaptı. Bunun üzerine o zâtın
talebeleri Abdullah-ı Ayderûsî'nin huzûruna gelip hocalarına yapılan
işkencenin hafifletilmesi ve hapisten kurtulması için duâ etmesini
istediler. Ona duâ edip, korkmaması için haber gönderdi. Ebû Bekr bin
Herise bundan sonra yapılan işkencelerden acı duymadı. Bir müddet sonra
onu hapishâneden çıkardılar.

Vefâtı yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatta
bulundu. Oğlu Ebû Bekr'i yerine şeyh tâyin etti. Diğer çocuklarına;
"Artık bu diyâra dönemeyiz." dedi. Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı.
Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek için bir müddet kalırdı. Şuhr
denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak üzere yola çıktı.
Burada bir ay kadar kaldı. Pazartesi ve perşembe günleri vâz ve
nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı.
Yanındakilere, dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde
okumalarını emretti. Terim şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460
(H.865) yılında vefât etti. Zembîl kabristanına defnedildi.

Abdullah el-Ayderûs'un diğer kerâmetleri, Fethullah el-Kuddûs fî Menâkibi Abdullah el-Ayderûs adlı eserde anlatılmaktadır.

Abdullah el-Ayderûs'un yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Kibrît-ül-Ahmer, 2) Şerhü Kasîdet-is-Sa'îd, 3) Menâkıb-i Sa'd bin Ali.

YÜZ VERMEDİN!

Fakîh Îsâ bin Muhammed şöyle anlatır:

Uzak bir diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde
görmeyi temenni etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir dilenci ve yanında
birisi gelip benden bir şey istedi. Bir şey vermedim. Oradan ayrılıp
başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim arkamdan geldi.
Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz
vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir
müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs'un bulunduğu yere döndüm. Şeyh
Abdullah'ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi
temenni ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû
Muhammed el-Ayderûs ; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ
vaktinde sen falan mescidde idin. Senin yanına bir dilenci geldi.
Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler istediler. Onlara bir şey
vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti ve
yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin
yanındaki ben idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben;
"Efendim! Sizin dedikleriniz doğrudur. Fakat o size fazla
benzemiyordu." deyince, Şeyh Abdullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin
yanına gelse idim, sen beni tanır ve insanlara haber verirdin." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:33

ABDULLAH BİN EBÛ HUZEYL EL-ANEZÎ

Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından. İsmi Abdullah bin Ebû Huzeyl
el-Anezî olup künyesiEbü'l-Mugîre'dir. Doğum ve vefât yeri ve târihi
bilinmemektedir.

Abdullah bin Huzeyl, hadîs-i şerîf rivâyeti ilminde üstün bir derecede
idi. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Ali, Ammâr, Übeyy,
İbn-i Mes'ûd, Habbâb, Ebû Hureyre ve başka sahâbîlerden, radıyallahü
anhüm, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Vâsıl el-Ahdeb, Ebü't-Tâc
ed-Dubeî, İsmail bin Recâ, Seclah el-Kindî, Selm bin Atiyye, Atâ bin
Sâib, Ayam bin Havşeb gibi hadîs âlimleri kendisinden hadîs-i şerîf
nakletmişlerdir.

Abdullah bin Huzeyl, vaktin büyük nîmet olduğunu bilir ve zamanın boşa geçirilmesini istemezdi. Ebû Ferve anlatır:

Abdullah bin Hüzeyl ile oturuyorduk. Birisi gelip insanların kendi
aralarında konuştuğu şeylerden söyledi. Bunun üzerine Abdullah bin
Huzeyl; "Ey Allah'ın kulu biz bunları konuşarak vaktimizi öldürmek için
yaratılmadık." diyerek onu susturdu.

Medhedilmekten hoşlanmaz şöhretten kaçardı. Bir gün bulunduğu yerde
imâm olmasını teklif ettiler. Kabûl etmedi. Sebebini sorduklarında;
"Buradan geçen birisi bu adam hayırlı ve muhterem bir zât da, onun için
imâm yapmışlar diye düşünür." dedi.

İnsanların en çok neden sakınması gerektiği sorulduğunda; "
Rabbî! Faydasız ilimden, ürperip yumuşamayan kalbten, kabûl olmayan
duâdan, doymayan nefisten sana sığınırım." diyerek Peygamber
efendimizin hadîs-i şerîfi ile cevap verdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:33

ABDULLAH EFENDİ

Niğde Endüstri Meslek Lisesi ile Sağlık Meslek Lisesi arasındaki
asfalt yolun üzerinde medfundur. Yol yapımı sırasında mezarı
kaldırılamadığından olduğu yerde bırakılmıştır. Bölge halkı tarafından
sevilip ziyaret edilen Abdullah Efendi'nin yaşadığı devir ve hayatı
hakkında kaynaklarda bilgi bulunamamıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:33

ABDULLAH EFENDİ (Himmetzâde)

Bayramiyye yolunun şeyhlerinden. 1640 (H.1050) yılında İstanbul'da
doğdu. 1710 (H.1122) yılında vefât etti. İstanbul Üsküdar'daki
Bezcizâde Tekkesinde babasının yanına gömüldü.

Babası Himmet Efendi de Bayramiyye yolunun şeyhlerindendi. Abdullah,
küçük yaşta mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Bilhassa tefsîr ve
hadîs ilimlerinde kendisini yetiştirdi. Bu arada Bayramiyye tarikatına
intisâb ederek babasına mürid, talebe oldu. Tasavvuf yolunda ilerledi.
1669'da Kasımpaşa, on yıl sonra da Fâtih civârındaki Halil Paşa Câmiine
vâiz oldu. 1684 yılında babasının vefâtı üzerine Yenibahçe'deki
Himmetzâde dergâhına şeyh tâyin edildi. Nezâketi, zarâfeti ve
sohbetlerinin tatlılığı ile meşhur oldu.

1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın Viyana önünde uğradığı
büyük bozgundan sonra, Almanlar ve Polonyalılarla berâber Ruslar ve
Venedikliler de üzerimize saldırmışlardı. Dört düşmanla çarpışan
ordularımız ağır mağlûbiyetlere uğruyordu. İstanbul halkı heyecan
içinde idi. Padişah ve devlet ricâli aleyhinde her gün türlü
dedikodular yayılıyordu. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın bu nâzik vaziyet
karşısında Edirne'den dönmemesi, aleyhindeki sözlerin artmasına yol
açıyordu.

Dördüncü Mehmed Han Eylül başında İstanbul'a geldiğinde câmilerdeki
vâiz şeyhlerden ümit verici sözlerle halkın heyecanını yatıştırmalarını
emretti. Kendisi cumâ namazını kılmak üzere Dâvûd Paşa Câmiine geldi.
Himmetzâde Abdullah Efendiyi de vâz vermek üzere oraya dâvet etti.

Abdullah Efendi dâvet üzerine Dâvûd Paşa'ya gitti. Câmide pek acı
sözlerle halkı hüngür hüngür ağlatan vâzında özet olarak şöyle buyurdu:

Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), devlet sahipsiz kaldı.
Şehir ve kaleler düşman eline düşüp câmi ve mescidler kilise oldu.
Bütün bunlar günahlarımız sebebi iledir. Fiilimizi değiştirelim.
Günahlarımıza tövbe edelim. Şimdiden sonra bize lazım olan gözümüz
yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır. Sonra
padişaha serzenişte bulunarak:

Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmârenize uymalar? Nice bir
gaflet uykusunda yatursız? Gerçi padişahlar ava gide gelmiştir. Ancak
şimdi zamanı değil. Her zamanın bir îcâbı var.dedi."

Sultan Dördüncü Mehmed Han başı yerde olarak dinlediği bu vâz ü nasîhatten sonra devlet işleri ile bizzat ilgilenmeye başladı.

Himmetzâde Abdullah Efendi 1688'de hacca gitti. İliklerine kadar Resûlullah aşkı ile yanarak şu kıtayı söyledi:

Ravzana yüz süren bulur amân
El amân ey Fahr-i âlem el amân
Her gelen dilhaste, bulur tâze can
El amân ey Fahr-i âlem el amân.


Hacdan dönüşünde Sultan Selîm Câmii Cumâ Vaizliğine tâyin edilince
selâtin câmileri kürsü şeyhleri silsilesine girmiş oldu. 1694'te
FâtihCâmii vâizliğine nakledildi. 1697'de Sultan İkinci Mustafa'nın
Avusturya seferine ordu vâizi olarak katıldı. Allah yolunda, İslâmiyet
uğrunda savaşmanın fazîleti hakkında vâzlar vererek askeri gayrete
getirdi. Yapılan savaşlarda Osmanlı askerinin fevkalâde cesâreti
neticesinde Avusturya orduları bozguna uğratıldı ve zaferle dönüldü.

Hayatının son yıllarında Bâyezîd ve Süleymâniye câmileri vâizliklerinde
bulunan Abdullah Efendi 1710 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:34

ABDULLAH-I ENSÂRÎ

Evliyânın meşhûrlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh
âlimlerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed bin Ali el-Ensârî
el-Hirevî'dir. Künyesi Ebû İsmâil olup nesebi, türbesi İstanbul'da
bulunan ve Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olan Hâlid bin Zeyd Ebû
Eyyûb-i Ensârî'ye dayanır. Bu sebeple Ensârî nisbesiyle tanınmıştır.
1005 (H.396)te Herat'ta doğdu. 1088 (H.481) senesinde Herat'ta vefât
etti. Türbesi çok ziyâret edilen yerlerden biridir. Hadîs ilminde
yüksek derecede âlim idi. Üç yüz binden ziyâde hadîs-i şerîf
ezberlemiştir. Ayrıca tefsîr, fıkıh, kelâm, târih, neseb ve diğer
ilimlerde âlim idi.

Dört yaşında ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından îtibâren Kâdı Ebû
Mensûr ve Caruzî'nin sohbetlerine devâm etti. Hâfızası fevkalâde
kuvvetli idi. Mektepte duyduğu ve yazdığı her şeyi hemen ezberlerdi.
Daha o zamanlarda, çok güzel şiirler söylerdi. Gece-gündüz ilimle
uğraştı. Abdül-Cebbâr el-Cerrâhî, Ebû Mensûr el-Ezdî, Ebû Sa'îd
es-Sayrafî ve başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden de;
Ebü'l-Vakt Abd-ül-Evvel, Ebü'l-Feth Nasr bin Seyyâr ve daha başka
birçok kimse ilim öğrenip icâzet, diploma aldılar.

Onun büyük bir âlim ve evliyâ olacağını Hızır aleyhisselâm müjdelemiştir. Şöyle ki:

Hâce Ebû Âsım, Abdullah-i Ensârî hazretlerinin hocalarından ve
akrabâsından idi. Bir gün ziyâretine gitti.Hocası kendisine yemek ikrâm
etti ve sohbet edip bazı şeyler öğretti. Ebû Âsım'ın hanımı ihtiyar
idi. Evliyâdan mübârek bir hâtun idi ve Hızır aleyhisselâmdan ilim
öğrenirdi. Bu hâtun diyor ki:

Hızır aleyhisselâm bize geldiğinde, Abdullah'ı görüp kim olduğunu
sordu. Böyle sormak onun âdetidir. Bildiği hâlde yine sorar. Ben;
"Filân kimsedir." dedim. Buyurdu ki: "Doğudan batıya kadar herkes onun
adını duyar. Şeyh-ül-islâm ismi ile meşhûr olur. Şimdi on yedi
yaşındadır. Babası ve kendisi, ne olduğunu bilmez. Zamanında ondan
büyük kimse olmaz. Yer yüzünde onun büyüklüğünü duymayan kalmaz."

O gerçekten müjdelendiği gibi yetişti. Kendini tamâmen ilme verdi.
Geceleri kandil ışığında hadîs-i şerîf yazardı. Yemek yemeğe vakit
bulamazdı. Annesi, ekmek parçalarını lokma lokma edip yedirirdi.
Hadîs-i şerîf toplamak için çeşitli memleketlere gitti. Çok sıkıntılara
katlandı.

İlim uğruna emsâline az rastlanan gayret ve fedâkarlıklar gösterdi.Bir
defâsında Nişâbûr'dan Dezbad'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda
şiddetli bir yağmura tutuldu. Koynunda hadîs-i şerîflerin yazılı olduğu
kitaplar, nüshalar vardı. Bunların yağmurdan ıslanmaması için yol
boyunca rükû vaziyetinde eğilerek yürüdü.

Üç yüz âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. Bunların hepsi büyük hadîs
âlimleri olup, hepsi de Ehl-i sünnet idi. Hiç biri bid'at sâhibi
değildi. Tefsîr ilmini Hâce Yahyâ İmârî'den öğrendi. Tasavvuf ilmini
ise zamanının büyük âlimi ve rehberi Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden
öğrenip kemâle erdi.

İlim tahsîlini tamamladıktan sonra insanların, Allahü teâlânın emrine
uymaları, yasakladıklarından sakınmaları için gayret etti. Ömrünü
insanların seâdete kavuşmaları, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaları
için harcadı. Dünyâya düşkünlük göstermedi.

Abdullah-ı Ensârî, şeyhülislâm idi. Hanbelî mezhebinin büyük
âlimlerinden olup, çok yüksek bir velî idi. Kerâmetleri pek çoktur.
Vâzlarında Ehl-i sünneti müdâfaa eder, mezhebsizlik ve bid'atlerin
kötülüğünü anlatırdı. Allahü teâlâya kavuşmak yolunda yürümek
isteyenlerin, evliyâya ve hakîkî din âlimlerine çok bağlı olmasını
isterdi. Bu yolda ilerleten vâsıtaların, onlara olan tam muhabbet ve
bağlılık oduğunu söylerdi. O büyüklere dil uzatanların zavallılıklarını
her defâsında ifâde eder ve; "Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki,
onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan onları tanıyamıyor. Yâ
Rabbî! Her kimi felâkete düşürmek istersen, onu dostlarının, evliyânın
ve gerçek İslâm âlimlerinin üzerine atarsın." buyurmuştur.

Şöyle anlatmıştır:

Bir zaman bir arkadaş ile Basra'ya gittim. Altı gün geçtiği hâlde, hiç
bir şey yemedik. Yedinci gün bir kimse gelip bize birer altın hediyye
etti. Ben de o altını arkadaşıma verdim. Gidip yiyecek bir şeyler
getirdi. Berâberce yedik. Sonra yolumuza devâm ettik. Deniz kıyısına
geldik. Kalan bir altını gemiciye verip gemiye bindik. Gemide, köşede
kendi hâlinde oturan biri vardı. Namaz vakitlerinde kalkar, namazdan
sonra tekrar kendi hâlinde oturmaya devâm ederdi. Kendisine yaklaşıp,
bir ihtiyâcı olursa yardımcı olabileceğimizi söyledik. "Olduğu zaman
söylerim." dedi. Bir gün bize; "Ben, yarın öğle namazından sonra vefât
edeceğim. Gemiciye, sizi sâhile çıkarmasını söyleyiniz. Elbiselerimden
bir şey isterse veriniz. Dışarı çıktığınız zaman bir ağaçlık
görürsünüz. Orada, büyük bir ağacın altında, benim kefenlenme ve defin
işlerim için herşeyi hazırlanmış bulursunuz. İşlerimi tamamlayıp, beni
oraya defnediniz. Benim bu yamalı elbisemi de kaybetmeyiniz. Hille'ye
gittiğiniz zaman, zarîf bir genç, sizden bu yamalı elbiseyi ister. Ona
veriniz." dedi.

Hakîkaten de ertesi günü öğle namazından sonra vefât etti. Bundan sonra
biz dediklerini aynen yaptık. Her şey tam anlattığı gibi oluyordu.
Hille'ye vardığımızda, târif ettiği genç karşımıza çıkıp; "Emâneti
veriniz." dedi. Biz, yanımızdaki emâneti kendisine teslim ettik ve;
"Allah rızâsı için bize izâh eder misin? O zât kimdi? Sen kimsin? Bu
olanlar nedir?" dedik.

"O bir derviş idi. Mirâs bırakacak bir malı vardı. Kendisine bir vâris
taleb etti. Beni gösterdiler. Siz, bir mikdâr bekleyin. Ben hemen
geliyorum." dedi. Gidip biraz sonra geldi. Kendi elbiselerini çıkarmış
bizim getirdiğimiz elbiseleri giymiş idi. Kendi elbiselerini bize
verip; "Bunlar sizindir." dedi ve gitti.

Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki:

"Öyle zaman olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibâdetleri ile meşgûl
eyler. O ibâdetler, o kulun azıtmasına sebeb olur. Yâni kibir ve ucba
kapılmasına yol açar. Yine öyle zaman olur ki, o kulunu bir işe, bir
günâha düşürür. O günâhı sebebiyle kul o kadar üzülür ki, bu üzülmesi o
kimsenin hidâyetine sebeb olur. Hâline bakıp gafletten uyanır. Tövbe ve
istigfâr eder. Bu her iki durumda da atılgan olmamalıdır. Allahü teâlâ,
cesâret ve atılganlıkla günâh işleyip de; "O bizi affeder." diyen
kullarını sevmez. Günâhları küçük görmekten daha zararlı bir şey
yoktur. Günâhların küçüklüğünü değil de, kimin koyduğu yasakları
çiğnemekte olduğunu düşünüp, hayâ etmelidir."

"Hak teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek,
dünyâya düşkün olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin
kalbinde, dünyânın zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması
gibi, kolayca bu yoldan çıkar. Allahü teâlânın dostları, dünyâya hiç
kıymet vermezler, onun için gam yemezler. Bütün dünyâyı bir lokma
hâline getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz. Gerçek israf,
bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına aykırı olarak sarfetmektir. Allahü
teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile terketmeyi
ister ve beğenir."

"İşlediğin tâat ve ibâdetleri beğenmemelisin. O tâat sana hoş
gelmemeli, bir lezzet aramamalısın. Tâatini beğenmek şirktir. Yalnız
Allahü teâlânın emri olduğu için, buyurulduğu gibi, yânî ilmihâl
kitaplarında bildirdiği gibi işlemeli. Tâatini Hak teâlâya ısmarla ve
kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarp. Beyt:

Bir amel ki kalbine hoş gelir.

Bir günâhtır ki özrü müşkildir.

"Bedbahtlığın, zarar ve ziyân içinde olmanın en açık alâmeti, Allah yolunda hergün ilerleyememektir."

"Malı seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de yok olsun."

"Allahü teâlâ, kendi rızâsını istiyenlerin yardımcısıdır."

"Üç kısım ilim vardır ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat
ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu ilmi seçilmişler, büyük zâtlar ve avâm,
diğer insanlar kabûl ettiler. Tevekkül ilmini, seçilmişler kabûl etti,
ama avâm kabûl etmedi. Hakîkat ilmini ise, insanların ilim, akıl ve
anlayış seviyelerinin üstünde olduğu için, çok kimse anlıyamadı."

"Allahü teâlânın azâbına müstehak olanlar, her an gaflette
bulunanlardır. Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan
gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her
zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar.
Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya
müstehak değildir."

"İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır: Birinci
olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip
tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder. İkinci
olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve
zikir yardımı ile yalnızlık çekmez. Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve
şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun
olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine sebeb
olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere
kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur."

"Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü
teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey
ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan
uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl
olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin
yapacağı şey değildir."

"Sıdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdır."

"Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle meşgûl ediniz."

"Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve düşünmemek cinâyettir."

"Mürşid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini
görmek ve sohbetine kavuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların güzel
cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu elden kaçırmamalıdır.
Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti
lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bilmelidir."

"Birisi, rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile
bir yerde oturuyorlardı. Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânın
kapıları açıldı. Elinde ibrik ve leğen ile bir melek geldi. Melek,
ibrik ve leğen ile herkesin önüne geliyor, orada bulunanlar ellerini
yıkıyordu. Rüyâyı gören kimse en sonda bulunuyordu. Sıra ona gelince;
"Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden değildir." dediler. Melek de leğeni
alıp götürdü. O kimse, Peygamber efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah!
Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok seven
birisiyim." dedi. Peygamber efendimiz; "Bunlara muhabbet eden
bunlardandır." buyurdu. Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirdi, o
kimse de elini yıkadı. Peygamber efendimiz o kimseye dönüp tebessüm
ettiler ve; "Bize muhabbet ettikçe bizimlesin." buyurdular. O kimse bu
rüyâdan sonra bu yolun büyüklerinden biri oldu."

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı:

"Tasavvuf ehli arasında;"Benim elbisem, benim ayakkabım." demek edebe
uygun değildir. Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet
etmemek, onların âdâbındandır. Zarûret müstesnâ."

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlânın kıymetli bir kulu vefât
edeceği zaman, Azrâil aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne
gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük bayrama vâsıl oluyorsun.
Bu cihan bir konaktır. Bu konak mü'minin zindanıdır. Ödünç olarak sana
verilen bu varlık bir bahânedir. Bu sebepten, bu bahâne gider ve
uzaklaşır. Hakîkat meydana çıkarak, kişi devamlı diri olan Allaha
kavuşur." der. O kul için, dünyâda bundan daha tatlı, daha hoş ve daha
rahat bir gün olmaz."

"Kişinin sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."

"Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alâmeti; o kulun, kendisine faydası olmayan boş şeylerle meşgûl olmasıdır."

"Ümitsizlik, küfür içinde bir kapıdır. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür."

"Ârif; kalbini Allahü teâlâyı düşünmek, unutmamak, vücûdunu da,
insanların rahmet-i ilâhiyyeye kavuşmaları için seferber eden kimsedir."

"Bir zaman Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün
birinden atları için saman aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün
ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu. İhtiyar köylü, dostu
olan askere dedi ki:

Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık.

Asker:

-İster misin? Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.

-Söylemem.

Asker, Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı.
Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptıktan sonra, yine bir anda geri
döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:

-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu nasıl oluyor?

-Eğer benim gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir
ihtiyar veya zayıf, muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı?
Kim alâkadar olurdu? Kim dostluk elini uzatırdı? İşte ben, birçok
faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum. Sakın sırrımı kimseye
söyleme.

-Peki, diyen ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve
faydaların bulunduğunu anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar."

"Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur.
Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için,
dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir
hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." buyrulmuştur."

"Ebü'l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum."

Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın."dan
murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir.
Âyet-i kerîmede geçen i'tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.

Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdu ki:
devam ediyor
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:34

"İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."

Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.

Yine buyurdu ki:

"Bâzı sâlih kimseler, bir hâdisenin nasıl netîceleneceğini firâsetle
söyler. Bu hâdisenin netîcesini Allahü teâlâ ona müşâhede ettirir,
gösterir. Bu müşâhede, o kimsede devamlıdır. Bâzı kimseler de vardır
ki, bu müşâhede onda bâzan olur, devamlı olmaz. O, onu Allahü teâlânın
aşkının sarhoşluğu içinde iken söyler veya o söz dilinden çıkar da,
söylediği hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile yoktur. İşte bu
iki hâlin birinci olanı, yâni firâseti devamlı olanı makbûldür.
Firâseti devamlı olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu işler, "Abdal",
"Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müşâhedesi bâzan olanlar da
"Muhakkik"lerdir. Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalı, bâzan açık
olur. Eğer şaka ile söyleseler; Allahü teâlâ onları kırmaz, hakîkat
eder. Eğer gaflet ile söylerse, cenâb-ı Hak yine dediğini vâki
eder.Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır."

Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki:

"Firâset iki türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup,
talebenin istidâdını keşf etmek, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır.
İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firâseti
olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü
teâlâyı hatırlamayıp gece-gündüz dünyâyı düşündüğünden, dünyâ
işlerinden ele geçirmek istedikleri şeylerden haber verenleri arıyor.
Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları evliyâ, Allahü teâlâya yakın
sanıyorlar. Evliyânın maârifine, doğru, ince bilgilerine dönüp de
bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu
olsaydı, gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim
hâlimizden haberi olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince
bilgileri hiç anlıyamaz diyerek, evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve
sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar. Böyle, yanlış ölçüleri
sebebi ile, o büyüklerin doğru ilim ve maârifinden mahrûm kalıyorlar.
Allahü teâlânın, o büyükleri, câhillerin gözünden saklayıp, kendine
mahsûs kıldığını bilmiyorlar. O, evliyâsını dünyâ işleri ile meşgûl
etmeyip, kendisi ile meşgûl etmiştir. Evliyâ, insanların hâllerine,
işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı".

Abdullah-ı Ensârî hazretleri yine buyurdular ki:

"Âhirette her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre
bir şerefi, değeri vardır. İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir
sedeftir. Onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan kimse, câhillik
içinde kalır, muhabbet kadehini içemez, vilâyet libâsını giyemez.
Allahü teâlâ câhili kendine dost edinmez."

"İlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az
uyumalı ve Allahü teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet
olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:

"Geceleyin Allahü teâlânın korkusundan ağlayan göze ateş dokunmaz." Bir kimse, 40 gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâhir olup, kalbinden lisânına akar. Peygamber efendimiz; "Mü'min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder." buyurdu."

"Her denizin kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. Peşinden gece
gelmiyecek gün, kıyâmet günüdür. Ucu bucağı bulunmayan deniz, Allahü
teâlânın rahmet deryâsıdır."

"Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da
bir keffâreti vardır. Mü'minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."

"Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye
götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi
verilmiştir."

Abdullah-ı Ensârî hazretlerinin yazdığı kıymetli kitaplardan bâzıları şunlardır: 1) Menâzil-üs-Sâyirîn,
2) Şems-ül-Mecâlis, 3) Envâr-üt-Tahkîk, 4) Tefsîr-ül-Kur'ân, 5) Hülâsa
fî Şerh-i Hadîs, 6) Şerh-üt-Taarruf li-Mezheb-it-Tasavvuf, 7) Menâkıb-ı
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel.


PARMAĞINI ISIRDI!

Abdullah-ı Ensârî, talebelik yıllarını şöyle anlatır:

"Kışın cübbem yoktu. Hava da çok soğuk idi. Evimde ancak üzerinde
yatabileceğim kadar bir hasırım vardı. Üzerimi de bir keçe parçası ile
örtüyordum. Keçeyi başıma doğru çeksem ayağım, ayağıma doğru çeksem
başım açık kalırdı. Yastık olarak da bir kerpiç kullanırdım. Bir de,
meclislerde giydiğim elbiseyi asacak bir çivi vardı. Bir gün, büyük
zâtlardan birisi bize geldi ve hâlimi gördü. Parmağını ısırıp ağlamaya
başladı. Bir müddet sonra, başından sarığını çıkarıp önüme koydu. "Buna
benden çok sen lâyıksın." demek istedi."

BİRŞEY İSTEYEMEZDİM

Abdullah-ı Ensârî anlatır:

"Maddî gücüm olmadığı için, talebelerime bir şey alamazdım. Kimseden de
bir şey isteyemezdim. Bu sebepten gönlümde bir elem vardı. Bir kimse,
hazret-i Danyal aleyhisselâmı rüyâsında görmüş. Ona; "Falan dükkânı
Abdullah'a ver ki, kazancını talebelerine dağıtsın." buyurmuş. O kimse
de bunu kabûl etmiş. O şahıs, bu rüyâdan sonra dükkânın kazancını,
talebelere dağıtmak üzere bana verdi."

"Şu iki kimseden daha büyük bir âlim görüp işitmedim. Onlar; Harkan'da
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî ve Herat'ta Abdullah et-Tâkî'dir. Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî hazretlerinin talebeleri bana; "Otuz senedir hocamızın
sohbetiyle şerefleniriz. Sana gösterdiği alâka ve muhabbet gibi kimseye
göstermedi. Sana ihsân ettiği gibi, başkasına böyle ihsân ettiğini
görmedik." dediler.

Bir gün, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine; "Efendim, bir şey sormak
istiyorum." dedim. O da; "Sor, ey benim çok sevdiğim Abdullah!" dedi.
Beş suâl sordum. İkisini lisân-ı hâl ile, yaşayarak, üçünü de lisân-ı
kâl ile, söyleyerek cevaplandırdı. İki elimi dizinin üzerinde tutmuş
idi. Bu hâl beni çok etkiledi. Öyle çok ağladım ki, gözlerimden devamlı
gözyaşı akıyordu. Tasavvufu Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinden öğrendim.

Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir
ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların
ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ın ipine (Kur'ân-ı
kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların
emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah'tan başka her şeyden
kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da
urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması
ki, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı
müşâhede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak
içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:34

ABDULLAH FAHRİ BABA

Malatya erenlerinden. 1864 veya 1865 (H.1282) senesinde Harput'un
Tutlu yöresinde Bozolar köyü Maho veya Mehan mezrasında doğdu. 1908
(H.1326)'de vefât etti.

On iki yaşında Malatya'ya gidip ilim tahsiline başladı. Halasının
kocası Ahmed Efendiden Ulu Câmide ilim öğrendi. 1880'li senelerde
hocası vefât edince, yerini boş bırakmadı ve ders vermeye başladı.
Ayrıca tasavvufta yetişmek üzere önce Kâdirî yolunda Şeyh Hasan Baba
adlı bir zâta talebe olup, uzun müddet onun talim ve terbiyesi altında
yetişip icâzet aldı. Hasan Baba vefât edince talebeleri Abdullah Fahri
Baba'nın etrâfında toplandılar. Fakat o tasavvufta yüksek derecelere
ermek için devamlı arayış hâlinde idi. Bir gece rüyâsında Hacı Ömer
Baba adında bir zâta talebe olması işâret edildi. Bunun üzerine
Harput'un Köveng köyünde bulunan Nakşî ve Kâdirî şeyhi, Şeyh Hacı Ömer
Baba'nın yanına gitti. Talebeliğe kabûl edilip, bir müddet
yetiştirildikten sonra, irşâd, insanlara doğru yolu gösterme ile
vazîfelendirildi. Bundan sonra Malatya'da insanlara rehberlik etti.
Onlara Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini anlattı. Sohbet ve
derslerine pekçok kimse katılıp, ondan istifâde etti. Tasavvufî
konularda şiirleri vardır.

Kerâmetlerinden bâzıları şöyle anlatılmıştır:

Dergâhının bulunduğu Boran köyüne kötürüm ve felçli bir kimse
getirilir. Durum Abdullah Baba'ya bildirilip, şifâ bulması için himmet
ve duâ istenir. Kötürüm kimsenin bulunduğu arabanın yanına gidip, yedi
yıldır kötürüm olan bu kimseye hitâb ederek; "Allahü teâlânın izni ile
aşağıya in!" diyerek arabadan inmesini söyler. "İnemem." deyince, tutup
kendisi indirir. Kötürüm birdenbire sıhhate kavuşup yürümeye başlar.

Bir yaz günü sevenleri ile birlikte Hasırcı Köyündeki talebelerinin
yanına gitmişti. Ziyâretten sonra Boran köyündeki tekkesine dönüp, köye
yaklaştığı sırada atını üç saat kadar uzakta bulunan Hâtun Suyu
tarafına çevirip, yüksek sesle orada bulunan bir talebesine seslendi:

"Cumâli Efendi seni çok göresim geldi. Hemen dergâha gel!" Sonra yoluna
devâm edip dergâhına döndü. Kısa bir müddet sonra çağırdığı talebesi
onun kerâmetiyle sesini işitmiş olduğundan, telaş içinde dergâha gelip;


"Buyrun efendim beni istemişsiniz geldim!" dedi.

Vefât etmeden kısa bir müddet önce bir gün zâviyesinde talebelerinin ve
sevenlerinin kalabalık olduğu bir sırada uyku hâli gibi bir hâl gelip
kendinden geçti. Bu hâl bir müddet devâm etti. Sonra gözlerini açıp;

"Eyvah ben ne yaptım!" dedi. Ne yaptınız, ne oldu diye sorulunca;

"Sakalımdaki su damlalarına bakın." diye gösterdi. İbrâhim Efendi
adında bir zât su damlalarından alıp, diline dokundurdu. Sonra derhâl
ağzını temizledi ve;

"Efendim bu çok acı zehir." dedi. Bunun üzerine;

"Evet oğlum, bu bir ölüm şerbetidir. Biraz önce Sultan Abdülhamîd Han
ile yanyana idim. Birisi iki kâse şerbet getirdi. Abdülhamîd Han ile
birlikte ayağa kalktık. Sultan bana, buyurun Baba Efendi için! dedi.
Önce siz buyrun Sultanım, dedim. Fakat benim almam için ısrar etti.
Alıp içtim. Ey cemâat, bu şerbet sizler için acı bir zehirdir. Fakat
benim için tatlı bir ölüm şerbetidir." dedi. Abdullah Fahri Baba'nın
bahsettiği pâdişâh Sultan İkinci Abdülhamîd Han, kendisinden on sene
sonra 1918 senesinde vefât etmiştir. Evliyâ bir pâdişâhtı.

Orduz köyü halkından bir zât şöyle anlatmıştır:

Karakaya Barajının suyunun yükselmesi sebebiyle Abdullah Fahri Baba'nın
türbesi bu suyun altında kalacağından, kabrini naklettik. Boranlı Hacı
Mustafa Baba'nın neslinden birkaç kişi de nakil işinde bulundu. Kabrini
naklettikten sonra Malatya'ya döndük. Hüseyin Bey Köprüsü semtinde
arabadan indik. O sırada tanıdığımız bir ihtiyarla karşılaştım. Hal
hatır sorduktan sonra bana;

"Senden evliyâ kokusu geliyor. Ellerini uzat." dedi. Ellerimi uzattım.
Ellerimi tutup yüzüne gözüne sürdü, öptü. "O koku işte bu ellerden
geliyor, beni mest etti. Bu eller bugün ne iş gördü?" diye sordu. O gün
öğle vakti Abdullah Fahri Baba'nın nâşını naklederken ellerim ona
dokunmuştu. Aynı akşam Orduz'daki evimize gittim. Ablam; "Senden hoş
bir koku geliyor." dedi. O gün ve o gece ben de o hoş kokuyla mest
olmuştum.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: ABDULLAH BİN GÂLİB Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:35

ABDULLAH BİN GÂLİB

Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden. Zühd ve verâ sâhibi olup,
din bilgilerini öğrenmek ve bunlara göre yaşamak zevkıni tadan bir veli
idi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Sâde ve basit bir hayât
yaşardı.

Evinde iki odası vardı. Bunlardan birini âilesinin ikâmetine, diğerini
de ibâdet için ayırmıştı. İbâdetlerini bu odada yapardı. Kendine has
gündüz ve gece okuduğu ayrı duâlar vardı. Yüz rekat kuşluk namazı
kılar; "Biz Allahü teâlâya kulluk için, ibâdet etmek için yaratıldık."
derdi. Hattâ; "Dostlarına ve sana tâbi olanlara çok ibâdet
ettiriyorsun, onları sıkıntıya sokuyorsun." diyen birine; "Onların
ibâdet etmekten ne gözleri görmez oldu ne de belleri büküldü. Allahü
teâlâ kendisini çok zikretmemizi istiyor. Sen ise az zikretmemizi
söylüyorsun!" cevabını vermişti.

Bâzan yaptığı amelleri insanlara anlatır ve insanları teşvik
maksadıyla; "Allahü teâlâ bu gece bana şu kadar rekat namaz kılmayı,
şöyle zikretmeyi, şunları okumayı nasîb etti..." derdi. Bu sözlerini
dinleyenlerden bâzıları; "Senin gibi bir zât ibâdetleriyle böyle övünür
mü?" dediklerinde, Kur'ân-ı kerîmden; "Rabbinin nîmetlerini söyle!" (Duhâ
sûresi: 11) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve; "Rabbim üzerimdeki
nîmetlerini söylememi emrediyor, sizler ise gizlememi istiyorsunuz."
dedi.

Kişinin yaptığı ibâdet ve tâatları başkalarına anlatmasının niyetine
göre değişeceğini, hâlis ve riyâsız ise emr-i mârûf, iyiliği bildirmek
olacağına işâret ederdi. Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği; "İki huy mü'minde bir araya gelmez cimrilik ve kötü ahlâk." hadîs-i şerîfini devamlı okurdu.

Şöyle duâ ederdi:

"Allah'ım arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin
noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kulların aramızdan
ayrılmasından sana sığınırız."

Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi.
Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra
kılıcını sıyırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar savaşacağım
manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:36

ABDULLAH BİN GÂLİB

Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden. Zühd ve verâ sâhibi olup,
din bilgilerini öğrenmek ve bunlara göre yaşamak zevkıni tadan bir veli
idi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Sâde ve basit bir hayât
yaşardı.

Evinde iki odası vardı. Bunlardan birini âilesinin ikâmetine, diğerini
de ibâdet için ayırmıştı. İbâdetlerini bu odada yapardı. Kendine has
gündüz ve gece okuduğu ayrı duâlar vardı. Yüz rekat kuşluk namazı
kılar; "Biz Allahü teâlâya kulluk için, ibâdet etmek için yaratıldık."
derdi. Hattâ; "Dostlarına ve sana tâbi olanlara çok ibâdet
ettiriyorsun, onları sıkıntıya sokuyorsun." diyen birine; "Onların
ibâdet etmekten ne gözleri görmez oldu ne de belleri büküldü. Allahü
teâlâ kendisini çok zikretmemizi istiyor. Sen ise az zikretmemizi
söylüyorsun!" cevabını vermişti.

Bâzan yaptığı amelleri insanlara anlatır ve insanları teşvik
maksadıyla; "Allahü teâlâ bu gece bana şu kadar rekat namaz kılmayı,
şöyle zikretmeyi, şunları okumayı nasîb etti..." derdi. Bu sözlerini
dinleyenlerden bâzıları; "Senin gibi bir zât ibâdetleriyle böyle övünür
mü?" dediklerinde, Kur'ân-ı kerîmden; "Rabbinin nîmetlerini söyle!" (Duhâ
sûresi: 11) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve; "Rabbim üzerimdeki
nîmetlerini söylememi emrediyor, sizler ise gizlememi istiyorsunuz."
dedi.

Kişinin yaptığı ibâdet ve tâatları başkalarına anlatmasının niyetine
göre değişeceğini, hâlis ve riyâsız ise emr-i mârûf, iyiliği bildirmek
olacağına işâret ederdi. Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği; "İki huy mü'minde bir araya gelmez cimrilik ve kötü ahlâk." hadîs-i şerîfini devamlı okurdu.

Şöyle duâ ederdi:

"Allah'ım arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin
noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kulların aramızdan
ayrılmasından sana sığınırız."

Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi.
Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra
kılıcını sıyırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar savaşacağım
manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:36

ABDULLAH-I GÜRCİSTÂNÎ

On dördüncü yüzyılda yaşayan meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât
târihleri bilinmemektedir. Gürcistan köylerinden birinde doğdu. Bir
savaşta cihâd ederken şehîd düştü. Kabri Tûs şehrindedir. Şeyh
Rükneddîn Alâüddevle Semnânî hazretlerinin talebesidir.

Küçük yaşta iken babasının vefât etmesi üzerine yetim, kimsesiz ve
garîb kaldı. Annesi bir başkasıyla evlendi ve onu yanına aldı. Üvey
babasının yanında çok mahzun günler geçirdi. Boynu bükük, kalbi kırık
idi. Bir gün bir işi sebebiyle üvey babasından korkup köyden kaçtı.
Nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Yakalanmamak için yol
kenarında büyük bir ağaca çıkıp ağacın dalları ve gür yaprakları
arasında gizlendi. Ağacın üzerinde çâresiz ve âdetâ imdâd edecek bir
şefkatli elin uzanmasını bekler gibi duruyordu. Kalbi kırık ve pek
mahzun bir hâlde idi. Tam bu sırada bir grup yolcu gelip onun
gizlendiği ağacın altında dinlenmek üzere oturdular. Ağacın altında
suları şırıl şırıl akan bir pınar vardı. Konaklayan yolcular pınardan
su içip dinlenirken ağaç ve üzerindeki çocuğun suya aksettiğini
gördüler. Pınar çocuğu ayna gibi gösteriyordu. Yolcular bu manzarayı
görünce çocuğu hemen aşağı indirip, hayretle hâlini sordular. Derdini
anlatınca ona çok acıdılar. Himâye etmeye karar verip yanlarına alarak
yola çıktılar. Abdullah bu sırada güzel bir talih ve bahtiyarlık
kapısının kendisine açılmış olduğunu bilmiyordu. Mahzunluğu ve kırık
kalbi ile büyük bir nîmete kavuşmaya gidiyordu. Yol Semnân tarafına
uzandı...

Kendisini himâyelerine alan yolcular zamanın meşhûr evliyâsı Rükneddîn
Alâüddevle hazretlerinin ziyâretine ve sohbetine gidiyorlardı. Bu zâtın
huzûruna varıp sohbetinde bulundular. Aralarında bulunan küçük çocuğun
garîb ve mahzûn hali o zâtın dikkatini çekmişti. Ona bakıp kerâmetiyle
ilerde büyük bir veli olacağını keşfetti. Gelen misâfirler sohbet
bitince müsâde alıp ayrıldılar. Getirdikleri çocuğu da götürdüler.
Onlar yola çıkınca Rükneddîn Alâüddevle hazretleri peşlerinden bir kişi
gönderip çocuğu kendisine bırakmalarını istedi. Yolcular önce râzı
olmadılar bırakmamak için çok uğraştılar. Sonunda bırakmak
mecbûriyetinde kaldılar.

Mahzun yavru henüz farkedemediği bir saâdet sarayının kapısından
girmiş, bir tâze fidan gibi yetişeceği en müsait toprağa dikilmişti.
Artık günleri Rükneddîn Alâüddevle hazretlerinin derslerinde ve
sohbetlerinde geçiyordu. Günden güne pişiyor olgunlaşıyordu. Zamanla
büyüdü, serpildi. İlim öğrendi. Îmânı vicdânîleşip kalbine iyice
yerleşti. Îmânın hakîkatine kavuştu. İbâdetleri seve seve ve büyük bir
şevk ile yapmaya başladı. Nefsi iyice ıslâh olup, tasavvuf yolunda
yükseldi, kemâle erdi. Onun bu hâline çok memnun olan hocası, kendisine
icâzet, diploma verip insanlara rehberlik etmesi için Tûs'a gönderdi.

Tûs şehrinde insanlar onun kalblere şifâ olan sohbetlerine koştular.
Onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, İslâmiyete
uymalarını sağladı. Saâdete kavuşmalarına vesîle oldu. Ömrünün son
günlerinde zamânın sultanı bir savaşa çıktı. Sultan onun himmetinden ve
bereketinden istifâde etmeyi düşünerek savaşa katılmasını çok istedi. O
da sultanın teklifini kabul edip katıldı. Bu savaşta cihâd ederken
şehîd düştü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:36

ABDULLAH HADDÂDÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah olup babasının ismi
Alevî'dir. Evlâd-i Resûl olup, seyyiddir. 1634 (H. 1044) senesi Safer
ayının beşinde Pazartesi günü Yemen'in Terîm şehrinde doğdu. 1720 (H.
1132) senesi Zilkade ayının yirmi üçünde Salı günü akşamı Terîm'de
vefât etti.

Abdullah Haddâdî Allahü teâlânın yardımına, lütuf ve ihsânına kavuşup
küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı.
Zamânının büyük âlimleriyle görüşüp derslerini dinledi. Onların
arasında en güzel şekilde yetişti. Fıkıh ilmini Kâdı Sehl bin Ahmed ve
başkalarından öğrendi. Küçük yaşta ilimde söz sâhibi oldu. Çok zekî ve
hâfızası çok kuvvetli idi. Okuduğunu ve gördüğünü hiç unutmazdı. Bu
sebeple ilim kapıları kendisine açıldı. Çok ibâdet eder,
öğrendikleriyle amel ederdi. İlimdeki üstünlüğü herkesi hayran
bırakırdı.

Abdullah Haddâdî 1668'de Haremeyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ile
Medîne-i münevvereye gitti. İlim öğrenmek için pek çok yere
yolculuklarda bulundu. Kabirleri ziyâret eder, buna çok önem verirdi.

Talebesi Selî onun hakkında şöyle bildirdi:

"Seyyid Abdullah bin Alevî'nin yanına kim gelirse onun kalbinden ve
hâtırından geçenleri bilir ve haberdâr olurdu. Yanına gelenin nesebini
ve soyunu, ne iş için geldiğini önceden söylerdi. Bir gün bir kimse
gelip bir suâl sormak istedi. Ona; "Senin suâlin şöyledir, fakat daha
zamânı değildir." buyurdu.

Bir gün Hacer denilen yerde, yanına Şerîf Berekât bin Muhammed gelip,
isteğinin kabûlü için duâ etmesini istedi. Şerîf Berekât o zaman Mekke
emîri değildi. Haddâdî de duâ etti. O gidince duâ isteyen kişinin kim
olduğunu sordu. Oradakiler; "Efendim bu zât Mekke'nin eşrâfından bir
kimsedir." dediler. Abdullah Haddâdî; "O bizden Mekke'nin emîri olmak
için duâ istedi. Biz de duâ ettik, Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. Bu
vazîfe ona müyesser olacak." buyurdu. Çok geçmeden Şerîf Berekât,
Mekke-i mükerreme emirliğine tâyin edildi.

Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri bir gün talebesi Şeyh Hüseyin bin
Muhammed ile birlikte hac için yola çıktı. Medîne-i münevvereye
vardıklarında talebesi orada hastalandı. Yakalandığı hastalık çok
şiddetli idi. Talebe nerede ise vefât edecekti. Seyyid Abdullah Haddâdî
hazretleri hastanın başı ucuna oturduğunda onun ömrünün bittiğini
anladı. Oradaki talebelerinden bir cemâati topladı ve; "Her biriniz
onun selâmeti için duâ edin." buyurdu. Seyyid Ömer Emin isimli talebe;
"Efendim ben ömrümden bir kısmını ona hîbe ettim." dedi. Bunun üzerine
Seyyid hazretleri Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i
şerîfine gidip duâ etti ve şefâat istedi. Ziyâretten sonra Seyyid
Abdullah Haddâdî sevinçle; "Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. O
istediğini yapmağa kâdirdir." buyurdu. Allahü teâlânın izni ile
talebesi Şeyh Hüseyin hastalıktan kurtuldu. Bir zaman sonra Seyyid
Abdullah, Yemen'in Terîm şehrinde iken buyurdu ki: "Bu sene Şeyh
Hüseyin vefât edecek." Buyurduğu gibi o sene Şeyh Hüseyin Mekke-i
mükerremede vefât etti.

Abdullah Haddâdî çok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1)
İthâf-üs-Sâil bi Ecvibet-il-Mesâil, 2) Dîvân (Dürr-ül-Manzûm li Zevil
Fâdıl vel-Fühûm), 3) Da'vet-üt-Tâmme vet-aaakirat-ül-Âmme fil-Va'z, 4)
Nesâyih-üd-Dîniyye, 5) El-Müâvenetü vel-Müâzerâtü lir-Râgıbîn.


YAZDIKLARINIZI SUYA KOYUN

Seyyid Abdullah, uzun boylu ve gür saçlı olup, güler yüzlüydü.
Kendisine eziyet ve sıkıntı verenlere af ve sevgi ile muâmele ederdi.
Sözü, sohbeti hoş idi. Bozuk ve kötü yolda bulunan bir kimse yanına
geldiğinde onun iyi yola girmesi için bütün gücü ile çalışırdı. Çok
kerâmetleri görüldü. Kerâmetlerini göstermekten çok çekinirdi. Bâzı
talebeleri kerâmetleri hakkında risâleler yazmışlardı. Bu durumdan
haberi olunca onları çağırıp; "Yazdığınız kâğıtları suya koyun. Yazıdan
hiçbir eser kalmasın." buyurdu. Onlar da hocalarının dediğini yaptılar,
sonra talebelerine; "Böyle şeyleri yazacağınıza dînî nasîhatler, îmân
bilgileri, fıkıh bilgileri, fetvâ kitapları ve bunlar gibi faydalı
kitaplarla meşgûl olmanız yazmanız daha uygun olur." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:37

ABDULLAH HARRÂZ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed, künyesi Ebû
Muhammed'dir. Rey şehrinde doğup büyüdü. Doğum târihi bilinmemektedir.
Hicrî 922 (H.310) târihinde vefât etti.

Abdullah el-Harrâz Rey ve Bağdâd'da ilim tahsîl etti. Çok hadîs-i şerîf
ezberledi. Mâlik bin Enes'den hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden
de Ebû Zür'a Ahmed bin Hanbel ve oğlu ile İmâm-ı Begavî ve Müslîm
hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular. Abdullah el-Harrâz hazretleri
evliyânın büyüklerinden Ebû İmrân Kebir'in sohbetlerinde mânevî
olgunluğa kavuşup, kemâle geldi.Ebû Hafs Haddad ile görüştü. İlim ve
irfanı ziyâdeleşti. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebeleri ona çok
hürmet eder, büyük bilirlerdi. YıllarcaMekke-i mükerremede müsâfir
olarak kaldı.

Abdullah el-Harrâz harâm ve şüphelilerden çok sakınan bir zât idi.
Kimseden çekinmez dâimâ hakkı söylerdi. Bir defâsında talebelerinden
yirmi sekiz kişi ile birlikte hac yolculuğuna çıkmıştı. Mekke'ye yakın
bir yerde konakladılar. Orada; "Yavrularım şimdi sizi Allahü teâlâya
emânet ediyorum." buyurdu. Talebeleri; "Efendim! siz nereye
gidiyorsunuz?" diye sordular. O; "Ben Rey'den buraya kadar sizinle
sohbet ederek ve sizi gözeterek geldim. Gönlümü size vermiştim. Şimdi
ise tekrar Rey'den tarafa gidiyorum. Hac niyetimi oradan yapacağım.
İnşallah yine sizlere kavuşurum." buyurdu ve geri döndü.

Muhammed bin Dâvûd Dîneverî anlatır:

Abdullah el-Harrâz Mekke-i mükerremede iken bir defâsında sohbetine
gittim. Dört gündür bir şey yememiştim. Sohbete başladığında;
"İçimizden biri dört gündür aç. Açlıktan feryâd ediyor. Yâni ben açım
der gibi bir hâli var." dedi. Sonra da; "Dünyâya gelen bir canlı Allahü
teâlâdan ümid ettiği şeye kavuşunca hayâtını vermiş ne ehemmiyeti var?"
buyurdu.

Abdullah el-Harrâz talebelerine; "Bizim yolumuz fütüvvettir (cömertliktir). Yâni kimseden bir şey istemek değildir." buyururdu.

Buyurdular ki:

"Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten,
yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu
zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı,
peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu
görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü
teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın
rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır."

"Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir."

"Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir."

"Açlık zâhidlerin, dünyaya düşkün olmayanların; zikir âriflerin gıdâsıdır."

"Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü hakka dönmüş olmanın alâmetlerindendir."

Yûsuf bin Hüseyin der ki: "Abdullah el-Harrâz gibi bir kimse görmedim.
O da kendisi gibi kimse görmedi. Çok mürüvvet sâhibi, herkesi görüp
gözeten bir zât idi."

ABDULLAH HASÎB YARDIMCI

Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi.

İsmi, Abdullah Hasîb olup soy ismi Yardımcı'dır. Babası "Muâvin" nâmı
ile bilinen Hâlis Efendioğlu Ali Efendi olup, Serez'de Câmi-i Atik
imâmı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesinde öğretmen ve müdür muâvini idi.
1863 (H.1280) senesinde Serez'de doğdu. 1949 (H.1368) senesinde
İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

Serez'de dünyâya gelen Abdullah Hasîb Efendi, ilk tahsîlini
memleketinde yaptı. Orta tahsîlini Serez Rüşdiyesinde gördü. Daha sonra
İstanbul'a gönderilerek Çarşamba semtindeki Mahmûd Ağa medresesine
devâm etti. Orada on sene kadar ilim tahsîl etti. 1893 senesinde
Tokatlı Hacı Şâkir Efendiden müderrislik icâzeti aldı. Gümüşhâneli
Ahmed Ziyâüddîn Efendi de bu icâzet merâsiminde bulundu. Sandıklılı
Hasan Efendiye de intisâb etti. Ayrıca Arap Hocadan "Tashîh-i hurûf" ve
Hacı Nûri Efendiden kıraat (Kur'ân-ı kerîmi okuma) dersleri alarak
kendine kırâat icâzeti verildi.

Serez'e giderek babasının imâmlık yaptığı Câmi-i Atik'de vazife aldı. Orada Buhârî dersleri
okuttu. Pekçok talebe ve hâfız yetiştirdi. 1924 senesinde tekrar
İstanbul'a gelip Eyüp Semtinde yerleşti. Abdülazîz Bekkine ve
MehmedZâhid Efendiler vâsıtasıyla Mustafa Feyzî Efendi ile tanıştı.
Mustafa Feyzî Efendinin sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Bu
dersleri tâkib için Eyüp'ten Bâb-ı âlî'deki Fatma Sultan Câmiine kadar
her sabah yaya olarak gelirdi. Daha sonra aynı câmide vazîfe alıp
câminin meşrutasına yerleşti. Bilâhare Şehzâdebaşı Dâmâd İbrâhim Paşa
Câmiinde İmâm-Hatiplik yaptı. Mahmûd Paşa semtinde bir ev alarak oraya
taşındı. Dört defâ hacca gitti. Son zamanlarında Kapalıçarşı Câmii
hatibiydi. 15 Mayıs 1949 (H.1368) târihinde Cumartesiyi Pazara bağlayan
gece vefât etti. Edirnekapı Sakızağacı kabristanına defn edildi.

Abdullah Hasîb Efendinin dört hanımından on yedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnız Sâmi Yardımcı Bey hayatta kalmıştır.

Abdullah Hasîb Efendi uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok
yumuşak, hilim sâhibi bir kimse idi. Peygamber efendimize karşı büyük
sevgisi olup, hutbelerinde Peygamber efendimizden bahsederken her
"Efdâl-ül-beşer" deyişinde göz yaşlarını tutamazdı. Kendisi görünüşte
yumuşak olmakla berâber dînî konularda sertti.

Abdullah Hasîb Efendi zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının önde gelen simâlarındandı. Çok oruç tutardı. Râmûz el-Hadîs kitâbını uzun müddet Bâyezîd Câmii'nde, Çarşamba günleri öğleden sonra ders olarak okuttu.

ŞEFÂAT YÂ RESÛLALLAH!

Abdullah Hasîb Efendinin Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:

Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasîb'in maksâdı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin dîdârına geldi şefâat yâ Resûlallah!

Giderse Cennet'e ahbâbu yârânım
Beni nâra sokarsa cürm ü isyânım
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım
Hasîb'in başlıca arzûsu Cemâlullahı görmektir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız EmptyŞubat 9th 2008, 00:37

ABDULLAH HAYDERÎ

Bağdâd'da yetişen büyük velîlerden. Ubeydullah Hayderî diye de
bilinir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ilk hilâfet
verdiği talebesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak
bilinememektedir. Bağdâd'da doğdu ve orada vefât etti. On dokuzuncu
yüzyılın ilk yarısında vefat ettiği tahmin edilmektedir.

Küçük yaştan îtibâren aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Abdullah
Hayderî büyük âlim oldu. Bütün ilimleri kendinde toplayıp, İslâmiyetin
emir ve yasaklarıyla ilgili ince bilgileri elde etti. Fesâhat, belâgat
ve edebiyât konularında önceki ve sonraki âlimlerin üstünü idi. Arapça,
Farsça ve Türkçeye hâkim olup, "Zemahşerî" veya "Zamânın Harîrî'si"
diye şöhret buldu. İlim ve edebiyâttaki bu yüksek derecesi sebebiyle
Bağdâd'a Hanefî müftüsü olarak tâyin edildi. Senelerce müslümanların
dînî sorularına cevap verip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Hindistan'a giderek Şah Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin
mânevî sofrasından feyz alıp, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatarak onların dünyâ ve âhirette seâdete, kurtuluşa ermelerine
vesîle olmak vazîfesiyle Bağdâd'a gelen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri sohbetlerine Abdullah-ı Hayderî'yi de kabûl etti. Abdullah-ı
Hayderî yüksek ilmine rağmen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
önünde diz çöktü. Kısa bir müddet içinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinden istifâde ederek tasavvuf yolunda ilerledi. Bağdâd
müftülüğünden ayrılarak hocasının hizmetinden ve sohbetlerinden
ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid hazretleri ona:

"Abdullah su kırbasını yüklen. Bağdâd sokaklarında ve pazarlarda "Sebîl" diyerek insanlara su dağıt." buyurdu.

Önceki makâm ve şöhretini düşünmeden hocasının emrini yerine getiren
Abdullah-ı Hayderî, yirmi gün müddetle sırtına yüklendiği su kırbasıyla
sokak sokak dolaşarak insanlara su dağıttı. Her şeyin görünüşüne bakan
insanlar Abdullah-ı Hayderî'yi bu şekilde görünce hayretle
birbirlerine, onun hakkında ileri geri sözler sarf ettiler. Fakat
dünyânın makâmına, şöhretine önem vermeyen, insanların dedikodularına
aldırış etmeyen Abdullah Hayderî kendisine verilen emri kusursuz olarak
yerine getirmeye devâm etti. Sonra hocasının huzûruna geldi. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu sefer:

"Abdullah on gün de para ile su sat." buyurdu.

Bu emre de îtirazsız uyan Abdullah-ı Hayderî, on gün müddetle su sattı.
Böylece nefsinin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak
sûretiyle nefsini kötülüğü emretmekten, kalbini de kötü huy ve
düşüncelerden temizledi. Abdullah-ı Hayderî'nin evliyâlık yolunda
yüksek derecelere ulaştığını gören Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri,
ona bütün talebeleri arasında ilk olarak hilâfet verdi. Bağdâd'da
bulunduğu sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini çekemedikleri
için karşı çıkanlara reddiye yazarak, tarîkatların hak olduğunu
açıkladı. Kitap, sünnet ve tasavvuf kitaplarındaki açık delilleri
gösterdi. Yazdığı bu kitabı bütün büyük âlimler beğendiler.

Abdullah-ı Hayderî devamlı hocasının yanında bulundu. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin Süleymâniyye ve Şam'a gittiği sırada da yanından
ve hizmetinden ayrılmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Abdullah Hayderî ve diğer
halîfeleriyle ve talebeleriyle birlikte Bağdâd'dan Şam'a gidiyorlardı.
Şam hudutlarına geldikleri zaman Şemmen kabîlesinden Safvak bin Fâris
diye meşhûr yol kesici, birçok yardımcılarıyla birlikte korkunç şekilde
gelip kâfileyi soymaya teşebbüs etti. Safvak bin Hâris'in anlattığına
göre pekçok yardımcılarıyla Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kâfilesine
hücûm ettikleri zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş çok
heybetli bir zat göründü. O zat soyguncuların gözleri önünde o kadar
büyüdü ki, sanki dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile soyguncular arasında
bir engel teşkil etti. Soyguncular kâfiledekileri göremez oldular.
Semâya yükselen büyük bir dağ misâli olan o zâtı görünce, soygunculara
bir korku, bir titreme geldi, mızrakları ellerinden kendileri de
hayvanlardan düştü. Bu hâdiseden sonra kâfilede Allahü teâlânın sevdiği
velî kulları olduğunu anlayan soyguncular, hep bir ağızdan; "Aman,
aman! Affedin!" diye bağrıştılar. Bunun üzerine kâfile eskisi gibi
normal görünmeye başladı. Soyguncular kâfilede Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerini görünce, hepsi kusurlarının affını istediler. El ve
ayaklarına sarılarak tövbe ve istigfâr ettiler.

Bu yolculuk esnâsında Abdullah-ı Hayderî hazretleri gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakletti:

"Atlı bir Habeşînin kâfilemizi tâkib ettiğini gördüm. Habeşî bizi
şiddetli baskısıyla korkutuyordu. Hemen şeyhim Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî'ye durumu bildirdim. Efendimiz hemen yerden bir avuç toprak
alıp onun yüzüne doğru attı. Habeşî artık görünmez oldu. Fakat bir
müddet sonra, tekrar gözüktü. Pişman olmuş, perişan bir hâlde velîlerin
sultanı hocamızın huzuruna gelerek boyun eğdi, diz çöküp af diledi ve
tövbe etti.

Abdullah Hayderî hocası ile birlikte tekrar Bağdâd'a döndü. Mevlânâ
Hâlid hazretleri ona mutlak hilâfet verdi, Bağdâd'da insanlara
İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını anlatarak Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturmakla vazîfelendirdi. Abdullah-ı Hayderî hazretleri
başta arkadaşları olmak üzere bütün Bağdâd halkına İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlattı. Pekçok insan sohbetinde bulunarak feyzinden
istifâde etti. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halîfelerinin çoğu
evvelâ onun sohbetinde yetiştikten sonra Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
sohbetlerine kavuştular.

Mevlânâ Hâlid hazretleri Bağdâd'dan Şam'a dönecekleri sırada
kendilerinin ve Abdullah Hayderî hazretlerinin babasının yakında vefât
edeceklerini işâret buyurarak Şam'a gittiler. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri Şam'a döndükten bir müddet sonra vefât etti. Onun vefât
haberi Bağdâd'a ulaşınca, bütün âlimler ve velîler ile halk çok üzüldü.
Abdullah Hayderî hazretlerinin babasına Mevlânâ Hâlid hazretlerinin
vefâtı haberini bildirmediler. Çünkü bu acı haberden dolayı
fenâlaşabilir ve hastalığı fazlalaşabilirdi. Aradan üç ay geçince, o da
vefât etti.

Abdullah Hayderî Mevlânâ Hâlid hazretlerinin derece bakımından Şeyh
Osman et-Tavîl'den sonra en yüksek halîfesiydi. Birçok kerâmetleri
görüldü. Uzun seneler Bağdâd'da kalıp insanlara seâdet yolunu
gösterdikten sonra orada vefât etti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Evliyalarımız

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
1 sayfadaki 3 sayfası Sayfaya git : 1, 2, 3  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu :: _------------۩۞۩๑ DiNi BöLüM ۩۞۩๑-------------_ :: Dini Bilgiler -