İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Merhaba arakadaşlar iletişim için
lütfen üye olunuz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Merhaba arakadaşlar iletişim için
lütfen üye olunuz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu

..::Bir Forum Olmakla --261-- SeRuVeNCiNiN meKaNıYıZ::..
 
AnasayfaAnasayfa  GaleriGaleri  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

Evliyalarımız

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
Yazar Mesaj
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:37

BDULLAH BİN HÂZIR

Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi. İsmi, Abdullah bin Hâzır
bin Sabbah'dır. Evliyâullahdan Yûsuf bin Hüseyin'in dayısı ve Zünnûn-i
Mısrî'nin arkadaşıdır. İran'ın Rey şehrinde doğmuş ve orada vefât
etmiştir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hicrî dördüncü
asırda vefât etmiştir. Tasavvufta büyük derecelere kavuşmuş, pek çok
velî yetiştirmiştir.

Abdullah bin Hâzır hadîs ilminde büyük âlim olup, Muhammed bin Abdullah
el-Ensârî, Şâz bin Feyyâz, Kabisa bin Utbe el-Kûfî, İbrâhim bin Mûsâ,
El-Ferrâ', Er-Râzî başta olmak üzere pek çok âlimden hadîs öğrenmiştir.

Abdullah bin Muhammed bin Nâciye, Muhammed bin Yûsuf bin Bişr
el-Hirevî, Ebû Bekr eş-Şâfiî ve başka âlimler de Abdullah bin Hâzır'dan
hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır: "Mısır'a Zünnûn-i Mısrî'nin yanına
gittikten sonra, Rey şehrine dönüyordum. Bağdâd'a vardım. Dayım
Abdullah bin Hâzır orada idi. Hacca gidecekmiş, yanına gittim:

-Nereden geldin? diye sordu:

-Mısır'dan gelip, Rey'e gidiyorum. Bir nasîhat etmenizi isterim, dedim.

Buyurdu ki:

-Kabûl etmezsin!

-Ederim. dedim.

O yine,

-Kabûl etmezsin! buyurdu. Ben tekrar;

-Belki kabûl ederim, dedim.

Yine;

-Biliyorum kabûl etmezsin! buyurdu.

-İhtimâl ki kabûl ederim, dedim.

Buyurdu ki:

-Gece olduğunda git Zünnûn-i Mısrî'den ne yazmış isen, hepsini Dicleye bırak.

-Bir düşüneyim, dedim.

O gece düşünce bastı ve hiç uyuyamadım. Gönlüm bir türlü râzı olmadı. Ertesi gün gidip;

-Gönlüm bu işe râzı olmadı, dedim.

-Zâten ben sana kabûl etmiyeceğini söylemiştim, buyurdu.

-Bir şey daha söyler misiniz? dediğimde;

-Onu da kabûl etmezsin, buyurdular.

-Kabûl ederim, diye ısrar ettim. Bu sefer;

-Rey şehrine gittiğinde, ben Zünnûn-i Mısrî'yi gördüm deme, buyurdular.

Bu sözü uzun müddet düşündüm. Evvelki sözlerinden daha zor geldi. Tekrar ona gittim. Dedim ki:

-Bu dediğiniz iş zordur.

Buyurdu ki:

-Sana, senin için gâyet lüzumlu olan bir şey söyleyeceğim.

-Buyurun söyleyin, dedim.

-Şimdi evine gittiğin zaman, insanları kendine dâvet etme. Allahü
teâlâya dâvet ederken öyle yaşa ki, Allahü teâlâdan bir an gâfil olup,
O'nu unutmayasın, buyurdu. (Abdullah bin Hâzır'ın bu sözleri yanlış
anlaşılıp, Zünnûn-i Mısrî'yi beğenmiyor sanmamalıdır. Onun maksadı:
Zünnûn-i Mısrî tevhîd deryâsına dalmış, garîb hâlleri ve halkın
anlayamıyacağı tasavvufî sözleri olan bir velî olduğundan, halkın, bu
Allah dostuna düşman olmamaları içindir.)

Abdullah bin Hâzır'ın bu sözünü, Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî şu sözle izâh etti:

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; "Ey Mûsâ! Dilin her zaman beni zikretsin. Bulunduğun her yerde benimle ol." buyurdu.

Bu iki büyük velî bu söz ve îzâhlarıyla, her an Allahü teâlâyı
hatırlayıp, O'nu bir an unutmamağı tavsiye buyurmuşlardır. Bu da
dostluğa ve kulluğa yakışan şeydir.

Kendisine insanın îmânının nasıl kâmil olacağı sorulduğunda Ahmed bin
Hanbel tarîkıyla rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle, cevab verdi: "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de sevmedikçe, îmânı kâmil olmaz".

Kadınların kocalarına karşı nasıl davranmaları sorulduğunda; erkeğin
kadını üzerinde olan haklarını uzun uzun anlattıktan sonra Şâz bin
Feyyâz, Amr bin İbrâhim, Katâde, Sa'îd bin Müseyyib, Abdullah bin
Amr'dan rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfi okudular. Peygamber efendimiz
buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kocasına teşekkür etmeyen (ona nankörlük eden) ve onunla yetinmeyen, iktifâ etmeyen kadına nazar etmez
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:37

ABDULLAH HERÂTÎ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden. İsmi
Abdullah'tır. Herâtlı olduğu için Herâtî veya Hirevî nisbeleriyle
meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir.
Şam'da vefât etti. Kabri Kâsiyun Dağı eteğinde Mevlânâ Halîd-i Bağdâdî
hazretlerinin türbesi yanındaki kabristandadır.

Horasan'ın Herât şehrinde dünyaya gelen Abdullah Herâtî, memleketinde
çeşitli ilimleri tahsîl edip kendini yetiştirdi. Sonra Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturacak mânevî yolu gösteren bir rehber aramaya başladı.
Bu sırada Irak'ın Süleymâniye şehrinde medresede talebe okutmakta iken
aldığı mânevî bir işâretle Hindistan'da bulunan büyük evliyâ Şah
Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî'ye talebe olmaya giden Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri, yolculuk esnasında Herât'a geldi. Abdullah Herâtî
ile karşılaştı. Abdullah Herâtî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine
arkadaş olmak isteyince aralarında şu konuşma geçti:

-Nereye gidiyorsun?

-Evliyânın sultanı, Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerine talebe olmaya,
onun mânevî feyzlerinden istifâde etmeye ve beni ıslâh etmesi için
gidiyorum.

-Ben seninleyim.

Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid hazretleri:

-Dönüşümü bekleyin, buyurdu. Abdullah-ı Herâtî;

-Ben Irak'a gider orada sizi beklerim, dedi.

Bu sebeple Musul'a geldi. Orada ilim tahsîli ile uğraştı. Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetleriyle
şereflenip, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla
vazîfeli olarak Bağdâd'a, oradan da Süleymâniye'ye geldiği sırada
Abdullah-ı Herâtî de Süleymâniye'ye geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin hizmetine girip talebesi oldu. Uzun müddet hizmet ve
sohbetlerinde bulunup mânevî feyzlerine kavuştu. Tasavvuf yolunda
ilerledi ve yüksek evliyalık derecelerine kavuştu. Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin en önde gelen talebelerinden olup, Süleymâniye, Bağdâd ve
Şam'da bulunduğu sırada hizmetinden hiç ayrılmadı. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak,
onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine rehberlik yapmaları
hususunda ona mutlak icâzet ve hilâfet verdi.

Abdullah-ı Herâtî çok sevdiği hocasının yanından ve hizmetinden
ayrılmaz, hocası da onu çok severdi. Bu sevgisinin neticesi Abdullah-ı
Herâtî'yi Irak'taki mallarını korumak ve fakirlerin haklarını vermekle
vazîfelendirdi. Abdullah-ı Herâtî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin
Irak'taki hububat çeşidi malından ne çıkarsa hepsini toplar, fakirlerin
haklarını ayırıp öşürlerini verdikten sonra bir kâfile ile Şam'a
yollardı. Bunların eksiksiz yerine ulaşması için son derece ihtimam
gösterirdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât ettiği zaman Abdullah-ı Herâtî
Süleymâniye'de idi. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hilâfet
verdiği önde gelen talebelerinden Şeyh İsmâil Enerânî de tâuna yâni
salgın vebâ hastalığına tutulmuştu. Hasta halinde, Süleymâniye'de
bulunan Abdullah-ı Herâtî'ye haber gönderip, Şam'a gelmesini ve
şâhitler huzûrunda, kendi yerine onu halîfe bırakacağını bildirdi.
Sonra da şâhitlerin tâuna yakalanmasından korktu. Bu hususta Abdullah
Herâtî'ye bir ferman veya icâzet yazılmasını istedi. Arzuladığı icâzete
şunları yazdırdı:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Âlemlerin Rabbi olanAllahü teâlâya hamd olsun. Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâma, O'nun ehline veEshâbının hepsine salât ve selâm olsun.
Şimdi... Ben yerime, irşâd ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak mak-----, sâlih, mücâhid, felâh, kurtuluş bulan, bu zamânın
dervişi, ihsan makâmına yükselen, en güzel şekilde evliyâ yolunu
izleyen yardımcı efendimiz Şeyh Abdullah Hirevî (Herâtî)'yi oturttum.
Onu yerime halîfe bıraktım. Tıpkı, şeyhim, üstâdım, dayanağım,
sığınağım, bu varlıkların kutbu Ebü'l-Behâ Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid
Nakşibendî Müceddidî'nin beni kendi yerine bıraktığı gibi onu kendi
yerime bıraktım.

Kendi usûlüne göre emirler verecek, yasaklar koyacak, diğer halîfe ve
müridler ona itâat edeceklerdir. Her kim ona aykırı davranırsa, o bizim
yolumuzdan çıkarılmıştır."

Abdullah-ı Herâtî Süleymaniye'den döndükten sonra yazılı olan icâzeti
şifâhen söyledi. Altına da İsmâil Enerânî Hâlidî imzâsını attı. Mevlânâ
Hâlid hazretlerinin zamânından kalma kim varsa hepsi bu hilâfeti kabûl
ettiler.

Abdullah-ı Herâtî kendisine verilen hilâfeti kabûl etti. Ancak çok
sevdiği hocasının vefâtı ve onun en gözde talebesi Şeyh İsmâil
Enerânî'nin hastalığı sebebiyle üzüntü ve kedere boğuldu. Fakat kendini
çabuk toparladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Şeyh İsmâil
Enerânî'ye ve onun da kendisine bıraktığı irşad makâmına oturdu.
Mevlânâ Hâlid efendimizin âile fertlerinin hizmetini bizzat üzerine
aldı. Onların ihtiyaçlarını gidermeye gayret etti. Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin muhterem hanımları ve oğlu Şeyh Necmeddîn Bağdâd'a gitmek
istediğinde Abdullah Herâtî de onlarla beraber Bağdâd'a gitti. Bir
müddet kaldıktan sonra Erbil bögesine ve oradan da Şam'a döndüler. Her
ne zaman Bağdâd'a ve Erbil'e gidecek olsalardı gittikleri yerlerden
onların hâlini hâtırını sormadan edemezdi. Onlara dâimâ saygılı
davranırdı. Onlar Şam'a dönüp geldikleri zaman da en uygun nasılsa
onların hizmetini görür, hiç bir şeylerini eksik etmezdi.

Büyük evliyâ ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah-ı Herâtî hazretleri
uzun seneler Şam'da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında
kalıp talebe yetiştirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatarak onların dünyada ve âhirette seâdete ermelerine vesîle oldu.

Ömrünün sonuna doğru Şam'daki Ümeyye (Emeviyye) Câmiinde hazret-i
Hüseyin'in şehîd başının olduğu makamda oturup ibâdet ve zikirle meşgûl
idi. Orada oturduğu sırada rahatsızlandı. Bu onun son hastalığı idi.
Bunu duyan talebeleri ve halîfeleri onu sağlık üzere bir daha görüp,
duâsını almak üzere kâfile kâfile geldiler. Her birisi etrafında
pervâneler gibi dönüyor, hizmette ve saygıda kusur etmemeye çalışıyordu.

Halîfeleri, Abdullah-ı Herâtî hazretlerine hastalığının sâkinlediği bir
zamanda; "Senden sonra yerine halîfe olarak kime tâbi olmamızı
emredersiniz? İrşâd halîfeliğini kime bırakacaksınız?" diye sordular.
Abdullah Herâtî hazretleri:

"Bu iş için âlim, Ârif-i Samedânî Şeyh Muhammed Hanî'den başkasını,
ondan daha lâyıkını görmüyorum. Ben onda tam mükemmel istikâmetten
başka bir hal görmüyorum. Mevlânâ Hâlid efendimiz de vefât edinceye
kadar ondan hoşnud idi. Benden sonra ona tâbi olun. Teslimiyet
anahtarlarını ona bırakın." buyurdu.

Bu vasiyeti yaptıktan kısa bir müddet sonra vefât etti. Tekfîn işleri
tamamlandıktan sonra cenâze namazı Ümeyye Câmiinde kılındı.
Sevenlerinin mahzûn bakışları, duâ ve tekbirleri arasında Kâsiyun Dağı
eteğindeki Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin türbesinin de
bulunduğu kabristana defn edildi. Bütün talebeleri ve sevenleri onun
cenâze ve defn vazifesi sırasında hazır bulundular.

Zâhirî ilimlerde derin âlim manevî ilimlerde yüksek bir evliyâ
olanAbdullah-ı Herâtî güzel ahlâk sâhibiydi. Mütevâzî bir zât olup
insanlara hizmet etmeyi severdi. Talebelerinin her türlü derdleriyle
ilgilenir ve yardımlarına koşardı.

ÖLÜYÜ DİRİLTEMEM

Trablusşam Nakîb-ül-eşrâfı Şeyh Abdülfettâh Zağbî Efendi, Yûsuf Nebhânî hazretlerine şöyle anlatmıştır:

Bir defâsında bir arkadaşımız hastalanmıştı. Abdullah ibni Şeyh Hıdır
ez-Zağbî'yi de yanımıza alıp ziyâretine gitmek istedik. Onu götürmekten
maksadımız hastanın bereketlerinden istifâde ederek şifâya kavuşması
idi. Ancak gitmek istemedi. Çok ısrar edince kabûl edip bizimle geldi.
Hastanın yanına vardığımızda, şiddetli hastalığından hiç bir eser
kalmadı. Ayağa kalkıp bizi karşıladı. "Hoş geldiniz." deyip konuştu.
Ziyâreti yapıp yanından ayrıldık. Ayrılıp giderken yolda Şeyh Abdullah
hazretleri; "Ben ölüyü diriltemem." dedi. Bu sözüyle ziyâretine
gittiğimiz kişinin öleceğine işâret etmişti. Dedim ki:

"Onun yüzünde hiç ölüm işâreti yok."

Yine;

"Ben ölüyü diriltemem." buyurdu.

Sonra memleketine gitti. Hasta arkadaşımız iyileşti çarşıya pazara
çıkıp dolaştı. Ben Şeyh Abdullah hazretlerinin işâretine ve diğer
taraftan da hastanın sıhhate kavuşmasına hayret ediyordum. Çünkü o
öleceğine işâret etmişti. Hasta ise sapasağlam olmuştu. Aradan on gün
kadar geçti. Bir gün o arkadaşın evinin bulunduğu taraftan ağlama
sesleri işittim. Merak edip sorunca, arkadaşımızın vefât ettiğini
öğrendim. O zaman Şeyh Abdullah'ın kerâmetini anladım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:38

ABDULLAH BİN HIDIR EZ-ZAĞBÎ

Kerâmetleriyle meşhûr velî. Doğum târihi bilinmemektedir. 1900
(H.1318) senesinde vefât etti. Beyrut ve Trablus'ta yaşamıştır.
Trablusşam'ın beldelerinden Akka'nın Hayzuk köyündendir. Nesebi Seyyid
Abdülkâdir Geylânî hazretlerine dayanır. Tasavvufta da onun yolu olan
Kâdirî tarîkatında yetişip kemâle ermiştir.

Bulunduğu köyün ahâlisi su ihtiyâcını büyük bir ağacın altındaki
pınardan karşılardı. Pınarın başında bulunan ağaca büyük bir yılan
yerleşmişti. Ahâli su almaya yaklaşırken bu korkunç yılan hücum ediyor
su alamıyorlardı. Köy halkı çâresiz kalıp durumu Şeyh Abdullah
hazretlerine arzettiler. Bunun üzerine ahâliyi toplayıp pınara gitti.
Herkesin korku ile seyrettiği koca yılana ağaçtan inip gitmesi için
bağırdı. Yılan ağaçtan indi ve oradan uzaklaştı. Bir daha da görünmedi.
Ahâlî suyunu rahatça aldı.

Vefâtı yaklaştığı sırada ağır hasta idi. Talebeleri ve dostları sohbet
ve zikir için etrâfında toplanmıştı. Ancak yerinden kıpırdayacak hâli
yoktu. Gelenler çok mahzûn ve üzgün idiler. Talebeleri zikre başlayınca
birdenbire yerinden kalkıp onlara katıldı. Üzerinde hiç hastalık eseri
kalmamıştı. Zikir ve sohbet bitince tekrar yatağına yattı. Yine
şiddetli hâli geri döndü. Vefâtına kadar talebeleri gelince ağır
hastalığı birdenbire kalkar, zikir ve sohbet bitince dönerdi.

Sevenlerinden Şeyh Abdülfettah Efendi şöyle demiştir:

Onda yürüyemeyeceği derecede ağır bir rahatsızlık görmüştüm. Bir müddet
sonra üzerinde bu hastalıktan hiç eser göremedim. Merak edip sordum;

"Ceddim Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin hürmetine bu hastalığın kalkması için duâ ettim. Hastalıktan eser kalmadı." buyurdu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:38

ABDULLAH BİN HUBEYK

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Hubeyk bin Sâbık,
künyesi Ebû Muhammed, nisbesi el-Kûfî, el-Antâkî'dir. Kûfe'de doğdu.
Antakya'da yaşadı. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir.

Abdullah bin Hubeyk büyük âlim Yûsuf Esbât'ın derslerinde yetişti. İlim
ve feyz aldı. Tasavvufta evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî
hazretlerinin yolunu tâkib etti. Zühd ve takvâda üstün bir dereceye
yükseldi. "Bu ümmet içinde Yahyâ aleyhisselâmın zühdüne sâhib zât" diye
meşhûr oldu.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri amel ve ibâdete büyük önem verir
ibâdetlerdeki ihlâs üzerinde dururdu. Edeb, havf ve recâ, ümidle istek,
haramlardan sakınma, nefse düşmanlık, kalp temizliği; üzerinde durduğu
diğer önemli hususlardır.

Horasan'dan Feth bin Şehraf isminde bir sevdiği geldi ve kendisinden nasîhat ricâ etti. Buyurdu ki:

"Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle
müslüman kardeşine hased etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer
böyle yapmazsan, sonunda bedbaht olursun."

Allahü teâlânın sonsuz ihsânına rağmen günah işlemekte ısrar edenleri;
"Sana iyilik edene bile kötülük ediyorsun. Kötülük edene nasıl iyilik
edebilirsin." diyerek, gafletten uyandırırdı.

Kendisine; "Ne kadar ilim tahsil etmeliyiz?" diye soruldu. Cevap
olarak; "İyi ile kötüyü birbirinden ayıracak kadar olsun öğreniniz."
buyurdu.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri tama', aç gözlülük etmekten, insanları
sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine bağlanmış
ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür.
Mü'min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.

Ümid ve korku hakkında ise şöyle buyurdu: "Korkunun en faydalısı günah
işlemene engel olan, elden kaçırdığın fırsatlar için uzun uzun üzülmene
sebeb olan ve geriye kalan ömür içinde seni devamlı olarak düşündüren
korkudur. Ümidin en faydalısı ise amel etmeni kolaylaştırandır.

Ümid üçe ayrılır: 1) İyi amel yapıp kabul edilmesini umanın ümidi. 2)
Kötü iş yapıp ve tövbe ederek affedilmesini umanın ümidi. 3) Devamlı
günah işleyip de kendisini Allahü teâlânın affedeceğini umanın ümidi.
Bu ümid makbûl değildir."

Amel ihlâs ve sıdk hakkında buyurdu ki:

"Amelde ihlâs amelden daha zordur. Kul kendisiyle Allahü teâlâ
arasındaki hususlarda tam olarak sıdk, doğruluk üzere bulununca Allahü
teâlâ onu gayb hazînelerine vâkıf kılar."

"Allahü teâlâ kalbleri kendini anmak için yarattığı hâlde, insanlar
onları şehvet, istek ve arzû ile doldurmuştur. Kalplerden şehvetin
izini silecek şey yalnız Allahü teâlânın korku ve sevgisidir."

Abdullah bin Hubeyk hazretleri işlediği amele güvenenleri; "İşlediğin
fazîletli amele güvenerek azâb olunmaktan korkmazsan helâk olursun."
diye îkâz edip uyarırdı.

Kur'ân-ı kerîmi ezberlemiş olanların isyân ve günâha düşmesine şaşar ve şöyle derdi:

Ehl-i Kur'ân bir günâh işleyeceği zaman göğsündeki Kur'ân-ı kerîm
lisân-ı hâl ile ona şöyle seslenir: "Allahü teâlâya yemîn olsun ki sen
beni bu iş için ezberlemedin!" O günahkâr kişi eğer bu sesi duyabilecek
olsa Allahü teâlâdan hayâ ederek düşer can verirdi.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri en büyük ilâhî cezânın duâ ve ibâdetin
lezzetinin kalbten alınması olduğuna inanırdı. Boş şeylerle uğraşmanın,
lüzumsuz şeylere kulak vermenin kalpteki ibâdet ve tâattan zevk alma
duygusunu söndürdüğüne inanır, kendisini sevenleri gönül uyanıklığına
teşvik ederdi.

Buyurdular ki:

"Kim, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini ayıplarsa, Allahü teâlâ onu gazâbından korur."

"Kötü ve yanlış sözleri çok dinlemek, tâatın, ibâdetin tadını kalbden siler."

"Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Âhiret
saâdetini harâb eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey
için sevinme!"

"En faydalı korku, insanı, günahlardan ve kötülüklerden alıkoyanıdır.
İnsana, boşuna geçen ömrü için üzülmek yaraşır. Kalan ömrünü de iyi
kıymetlendirmesi lâzımdır."

"Kalbime uygun gelmeyen, içime rahatlık vermeyen bir şeyi terk ederim."

Biri nasîhat istediğinde rivayet ettiği hadis-i şeriflerle cevab verirdi.

"Kişinin mâlâyânîyi (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir."

Yine buyurdu ki:

Ebû Hüreyre radıyallahü anh rivâyet etti. Birisi Resûlullah efendimize
sallallahü aleyhi ve sellem gelerek: "Yâ Resûlallah! Dünyâlık elde
etmek gâyesi ile gazâya giden kimse için ne buyurursunuz?" diye sordu.
Resûlullah efendimiz; "Onun için ecir (sevap) yoktur." buyurdular.
Ebû Hüreyre bu durumu Eshâb-ı kirâm arasında anlatınca onlar; "Belki
sen bunu Resûlullah efendimizden iyi anlamadın." dediler. Bunun üzerine
Ebû Hüreyre hazretleri tekrar Resûlullah efendimizin yanına döndü ve bu
husûsu sordu. Resûlullah efendimiz üç kerre; "Onun için ecir yoktur." buyurdular.

Enes bin Mâlik'den rivâyet etti. Birisi Resûlullah efendimize geldi;
"Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Kıyâmet koptu (farz et). Onun için ne hazırladın?" diye
sordu. O zât; "Fazla bir şey hazırlamadım. Fakat ben, Allah ve Resûlünü
seviyorum." dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Senin için tahmîn ettiğin vardır. Sen sevdiğin ile berâbersin." buyurdu.

İYİ İNSAN KİMDİR?

Abdullah bin Hubeyk'e; "İyi insanları nasıl ayırd edebiliriz?" dediler. Cevâben buyurdu ki:

"İyi insanların güzel âdetlerinden birisi, Allahü teâlâyı gece gündüz
anmalarıdır. O'nu anma zikir kalb ve dille olur. Ancak kalbin zikri
daha üstündür." Sonra;

"Kalblerinizi, Allahü teâlâyı anmakla diriltiniz. Onun korkusuyla
doldurunuz. O'nun sevgisiyle nurlandırınız. O'na kavuşma arzusuyla
sevinçlendiriniz ve biliniz ki; O'na olan sevginiz derecesinde
yükselir, niyetlerinizin doğruluğu ile, nefsinizi kahreder,
şehvetlerinizi yenip amellerinizi temiz kılabilirsiniz." buyurdu.

Bilhassa helâl lokma yemeğe çok dikkat ederdi. Buyurdu ki:

"Beş şey vardır, kalp katılaştığı zaman onun ilacı olur: Birincisi,
sâlih kimselerle görüşmek ve onların meclisinde bulunmak. İkincisi,
Kur'ân-ı kerîmin mânâsını düşünerek okumak. Üçüncüsü, karnını
doyurmayıp, helâldan az bir şey yemekle yetinmek. Zîrâ helâl yemek
kalbi aydınlatır. Dördüncüsü, Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için
hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek. Beşincisi, kendisini
Allahü teâlâya kulluk vazifesini yapmakta âciz ve noksan görmek,
bununla berâber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmektir. Bu
tefekkür olup, bundan hayâ meydana gelir. Tefekkürden bir kısmı da
şunlardır: Allahü teâlânın seni, her şeyinle, içini dışını bildiğini
her an O'nun seni gördüğünü düşünmek, dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının
meşgûliyetlerinin çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini,
âhiretin ve nîmetlerin devamlı olduğunu akıldan çıkarmamak, işte
tefekkür dünyâya düşkün olmayıp, âhirete rağbet etmek gibi meyveler
verir. Ölümün geleceğini, fırsatı kaçırdıktan sonra pişmanlık olacağını
düşünmek. Böyle tefekkürün meyvesi; uzun emel sâhibi olmamak,
amellerini düzeltmek, âhirete hazırlık yapmaktır."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:38

ABDULLAH-I İLÂHÎ

Anadolu evliyâsının büyüklerinden. Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i
Buhârî hazretlerinin yolunu Buhârâ'da Ubeydullah-i Ahrâr'dan alarak
Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan âlim. Germiyanoğulları beyliğinin
sınırları dâhilinde olan Kütahya'nın Simav kasabası civârında bir köyde
doğdu. 1491 (H.897) yılında Rumeli'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek
oraya defnedildi.

İlk tahsîlini Simav'da tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Zeyrek
Medresesinde büyük âlim Alâeddîn Tûsî'nin talebesi oldu. Zahirî
ilimlerde ilerledi. Hocası Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile yaptığı münazara
netîcesinde İran'daKirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği
talebesi Abdullah-ı İlâhî'yi de yanında götürdü. Abdullah-ı İlâhî,
Kirman'da da bir müddet ilim tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin
olmadı. Zâhirî ilimleri bırakıp bâtınî ilimlerle uğraşmayı arzu etti.
Hattâ bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak gibi bir düşünceyle
karşı karşıya kaldı. Yanına gelen evliyâdan bir zâtın tavsiyesi ile
ihtiyâcı olmayan kitapları satıp parasını fakirlere dağıttı. Bilahare
Semerkant'a gitti. Bu sırada Semerkant'ta Yâkub-ı Çerhî hazretlerinin
talebesi ve halîfesi Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Hâce Nakşibend
Behâeddîn-i Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara İslâm ahlâkını
anlatmakla meşgûldü. Binlerce talebe etrafında feyz almak, Allahü
teâlânın râzı olduğu yolu öğrenmek için çırpınıyordu. Abdullah-ı İlâhî
de, bu seçilmişlerin halkasına dâhil oldu. Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet îtikâdına bağlılığını,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfine uymaktaki
gayretlerini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant'ta kalıp
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden
istifâde etti. Hocasının emriyle Buhârâ'ya gidip Behâeddîn-i Buhârî
hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak
kalarak yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin
rûhâniyetinden feyz aldı. Çok zaman Behâeddin-i Buhârî'nin kabri
yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yorumlar, çeşitli iltifatlarda
bulunurdu. Zâhirde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr olmasına rağmen, hakikatte
tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî olarak
tahsîl etti. Daha sonra tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek
derecelere kavuşarak icâzet aldı. Sonra Seyyid AhmedBuhârî ile birlikte
Anadolu'ya gönderildi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî
(v.1492) ve diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip
memleketi olan Simav'da yerleşti. Hak âşıkları, kısa zamanda onun
büyüklüğünü anlayarak etrafına toplandılar. Sohbetinde bulunmayı câna
minnet bildiler.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu'da
yaymayı kendisine vazîfe edinip, insanların huzur ve saâdete
kavuşmaları için gece gündüz çalıştı. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
hazretlerinin dergâhından aldığı feyzleri Anadolu'da ilk yayan velî
oldu. Bir müddet sonra Anadolu kâdıaskeri Manisalızâde Muhyiddîn Mehmed
Çelebi(v.1483)'nin dâveti üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefât
ettiği günlerde İstanbul'a geldi (1481). Kâdıasker Mehmed Çelebi'nin
gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim tahsîl
ettiği ZeyrekCâmii etrâfındaki vîrâne hâline gelmiş boş medrese
odalarını tercih etti. Orada yerleşti. Şeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibiAllah
dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun gelişini rahmet bilip,
sohbetine koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok
kimse, Abdullah-ı İlâhî'nin talebeleri arasında yer aldı.

Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarından
Âbid Çelebi idi. Kâdılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî'ye talebe
olmuştu. Bir gün Zeyrek Câmiinde Âbid Çelebiye sâdece onun
farkedebileceği bir kerâmet göstererek iltifâtlarda bulundu. Bunun
sebebini soran talebesi Uzun Musluhiddîn'e;

"İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avâmın çocukları dayaktan,
büyüklerin çocukları lütuftan anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu
büyüklerin yolunu bırakır." buyurdu.

Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî'nin dergâhına uzun bir müddet devam
ettikten sonra kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddîn İskilibî (Şeyh
Yavsî) hazretlerine talebe olmayı kalbinden geçirdi. Kafası bu
düşüncelerle dolu olarak Zeyrek Câmiinde namaz kıldı. Namazdan sonra
hocası Abdullah-ı İlâhî kendisine dönüp; "Seni namaz kılarken Muhyiddîn
İskilibî'nin şeklinde gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür
dileyip hocasının elini öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe
gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere kavuştu.

Halkın ve devlet erkânının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini
İstanbul'dan uzaklara gitmeye zorladı. Zâten meşhur Osmanlı kumandanı
Evrenos Beyin oğlu Ahmed Bey, sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi
(Selanik yakınlarında)' ne dâvet edip duruyordu. Abdullah-ı İlâhî
hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne
gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini İstanbul'da yerine halîfe
bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi şenlendi. Şehir onun hürmetine
îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadîs, tekke ve
türbeler inşâ edildi. İnsanlar bu Allah adamının sohbetinden istifâde
etmek, meclisinde bulunmak için yarış ettiler.

Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî'nin meclisine gelip bir
müşkülü olduğunu arzetti. O gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde
gördüğünü söyledi. Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır inşaallah korkacak bir
şey yok." buyurup, kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını
tatmin etmemişti. Bir kenarda bekledi. Biraz sonra başını kaldıran
Abdullah-ı İlâhî; "Anacığım! Sen dervişleri evine davet etmek istemiş,
sonra da vazgeçmişsin. Bu rüyâ ona alâmettir. Git huzurla işine bak."
buyurdu. İhtiyar kadın bu sözleri tasdik edip; "Evet aynen öyle oldu.
Evim dar olduğu için davetten vazgeçtim." dedi.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nde uzun yıllar insanlara
Allahü teâlânın dînini anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına
pîrlik, şevk, istek sâhiplerine şeyhlik yaptı. Sırların kaynağı,
doğruların dayanağı, ilâhî sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında
burada vefat edip, şehir içinde yüksek bir yerde, Evranosoğlu Ahmed
Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke, dârül-hadîs ve türbeden
müteşekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey, Murâd Baba, Şeyh
Feyzullah Efen

Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oğlu MehmedÇelebi (Yazıcı Çelebi
Efendi) de daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle
Abdullah-ı İlâhî'nin VardarYenicesi'ndeki belli başlı talebeleri
idiler. Türbe, Osmanlıların son zamanlarına kadar ayakta kalmış,
ziyâret edilmiş, fakat daha sonra ortadan kaldırılmıştır.

Abdullah-ı İlâhî hazretleri, on beşinci asır Türk edebiyatı nesri içinde mühim yer tutan kitaplar yazdı. Keşfü'l-Vâridât li-Tâlibi'l Kemâlât ve Gâyeti'd-Derecât adıyla Şeyh Bedreddîn Simavnevî'nin Varidât'ını şerh ederek yanlışlıklarını ortaya koydu. Tasavvufî hayatın adâb ve erkânını anlattığı Meslekü't-Tâlibin vel-Vâsilîn adlı eserini Türkçe olarak kaleme aldı (1483). Zâdü'l-Müştâkîn kitabında yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak açıkladı. Tasavvufî ahlâkla ilgili olarak yine Türkçe Esrârnâme kitabını kaleme aldı. Vahdet-i Vücûdla ilgili bilgileri, Risâle-i Vücûd adlı eserindeArapça olarak açıkladı. Risâle-i Ahâdiyye adlı eserinde bazı terimleri Farsça olarak açıkladı. Ruzbehân-Baklî'nin Risâle-i Kuds adlı eserini Menâzilü'l-Kulûb adıyla Farsça şerh etti. "İlâhî" mahlası ile şiirler yazdı. Kendisine nisbet edilen bir Dîvân varsa da, bu eserin, çağdaşı ve yine "İlâhî" mahlası ile yazan Ahmed-i İlâhî'ye âid olması kuvvetle muhtemeldir.

Abdullah-ı İlâhî, eserlerinden başka, birçok talebe yetiştirerek
vefâtından sonra da hizmetinin devam etmesini sağladı. Muslihuddîn
Tavîl ve Âbid Çelebi, talebelerinin meşhurlarındandır. En meşhûr
talebesi ise Seyyid Emir Ahmed Buhârî'dir. Tarîkat silsilesi de onun
vâsıtasıyla, Ubeydullah-ı Ahrâr, Molla Abdullah-ı İlâhî, Ahmed Buhârî,
Hakîm Çelebi, Nakşibendzâde Mustafa, İlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî,
Ömer Bâkî ve Şeyh Nasrullah şeklinde devam etmiştir. Ancak
Nakşibendîliğin Müceddidiyye kolu, Murâd-ı Münzevî ve Mehmed Emin
Tokadî (k.sirruhumâ) vâsıtasıyla Anadolu'ya gelinceAnadolu'da
Nakşibendiyye silsilesi değişmiştir.

AT HIRSIZI

Abdullah-ı İlâhî'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu.
Sohbetlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat
gösterirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü
olsa onun hâlini keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle,
tereddütleri ortadan kaldırırdı.

Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan
çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz."
buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince,
"at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki onun
hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden
geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim
söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi
değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde
bulunanlara dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu.
Ve hâdiseyi şöyle anlattı:

"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir
defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını
çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın
duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü
zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin
arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine
gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr
gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev
sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler.
Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ
arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek
istedik." dediler. Atların sâhibi olan zât; "Onun yerine, at hırsızını
tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen
velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler
arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu
gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek
kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına
gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının
cenâzesini kaldırmaya gittiler."

Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da
ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra
gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar
zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu
kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden
dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle
bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü
teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi
nice seneler yapamaz."

Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî
hazretlerinin bu güzel îzâhını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki
şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin
elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: ABDULLAH İMÂMÎ İSFEHÂNÎ Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:39

ABDULLAH İMÂMÎ İSFEHÂNÎ

Mâverâünnehr'de yetişen âlimlerin büyüklerinden. İsmi, Hâce
Abdullah-i İsfehânî'dir. İsfehân'da yaşadığı için, Abdullah İsfehânî
olarak tanındı. Doğum ve vefât târihleri tesbit edilememiştir. Fakat
hicrî dokuzuncu asrın ikinci yarısında vefât ettiği bilinmektedir.

Büyük âlim Alâeddîn-i Attâr'ın talebelerindendir. Sünnet-i seniyyeye
yapışmada ve dînin emirlerini yerine getirmede çok gayretli ve
ihtiyâtlıydı. Çok kerâmetleri görüldü. Alâeddîn-i Attâr'ın sohbetine
ilk kavuştuğu zaman, hocası ona şu meâlde bir beyit okudu:

Senden eser kalmasın; olgunluk budur.

Kendini vahdette yok eyle; kavuşmak budur.

(Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür. O büyüklerin sözünde Rabbânî tesir vardır.)

HâceAbdullah-i İsfehânî bu beyti işittikten sonra, bütün gayretini ilim
öğrenmeye ve öğrendiklerine uymaya çalıştı. Bulunduğu yolun edeblerine
uymağa çok dikkat ederdi. Çok cömert ve mütevâzî idi.

Seyyidlerin yükseklerinden birinin ısrâr ve teşvîkiyle, Alâeddîn-i Attâr'ın yolunu anlatan gâyet güzel bir risâle yazdı
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:39

ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî)

İsfehan'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'nin üç büyük talebesinden biridir. İsmi, Abdullah
bin Şemseddîn Muhammed bin Eymen en-Nûrî el-İsfehânî el-İsfehbezî,
künyesi Ebû Muhammed'dir. Lakabı Kutbüddîn ve Necmeddîn'dir. Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Doğum târihi
bilinmemektedir. Vefât târihinde de kaynaklarda değişik rivâyetler
bulunmaktadır. Nefehât-ül-Üns'te 1321 (H.721) olarak bildirilen bu vefât târihi Keşf-üz-zünûn'da
1361 (H.763) olarak bildirilmektedir. İlim öğrenmek için Şam'a ve başka
yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de
birçok kimse istifâde etti.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Acem beldesinde ders okutan bir âlimin
kendisine Mısır'a gitmesini, orada zamânın kutbu olan büyük âlim ile
görüşmesini söylemesi üzerine yola düştü. Giderken yolda kendisini
câsus zannederek yakalayıp bağladılar ve hapsettiler. Bundan sonrasını
kendisi şöyle anlatmıştır:

Beni hapsedip yalnız bıraktıkları zaman, nûr yüzlü bir mübârek zât
havadan yürüyerek geldi. Yanımda durdu. Beni çözdü ve; "Gel ey
Abdullah! Senin matlûbun, aradığın, istediğin kimse benim." dedi ve
gözden kayboldu. Fakat, ben o zâtın kim olduğunu bilemedim. Dışarı
çıkıp oradan uzaklaştım. Mısır'a ulaştığımda, aradığım zâtın kim
olduğunu ve nerede bulunduğunu bilmiyordum. Aradan bir müddet geçti.
Birlikte kaldığımız dervişler; "Bulunduğumuz beldeye Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî hazretleri gelmiş. Haydi gelin, kendisini ziyâret edelim,
sohbetinde bulunalım." dediler. Gittik. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
hazretlerini gördüğümde, yolda beni zindandan kurtaran zât olduğunu
anladım. Bundan sonra kendisine bağlandım. Vefâtına kadar sohbetinde ve
hizmetinde bulundum.

Abdullah-ı İsfehânî, hocası Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve
hizmeti ile şereflenerek, tasavvufta yetişti. Evliyâlık yolunda çok
üstün derecelere, anlaşılamıyan yüksekliklere kavuştu.

Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye
doğru yola çıktı. Yolda, hocasının hocası olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnâda Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri kabrinden seslenerek; "Mekke-i mükerremeye git! Orada otur!"
buyurdu. Bu emir üzerine Mekke-i mükerremeye varıp, Harem-i şerîfin
etrâfına ulaştığında, gizliden bir sesin kendisine hitâb ettiğini
duydu. O ses; "Öyle bir beldeye geldin ki, o belde, hayırlı bir
beldedir. Fakat bu beldede bulunanlar bu beldenin kıymetini
bilemiyorlar." diyordu.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefâtına kadar orada ikâmet etti. Vefâtında Fudayl bin Iyâd hazretlerinin yakınına defn olundu.

Evliyâdan bir zât şöyle anlatmıştır:

Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye gittim. Resûlullah
efendimizin kabrini ziyâret ettim. Herkes Abdullah-ı İsfehânî'nin
Mekke'den ayrılmadığını, orada bulunduğunu söylüyorlardı. Ben ise; "O
büyük zâtın Resûlullah efendimizi ziyârete gelmemesi mümkün değildir."
diye düşündüm. Bu düşünceler içinde yoluma devâm ediyordum. Bir ara
başımı yukarıya kaldırmıştım. Bir de ne göreyim. Abdullah-ı İsfehânî
havada yürüyor. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için
Medîne-i münevvereye geliyordu. Bana ismimle hitâb etti. Bâzı şeyler
konuştuk. Sonra ayrıldı. Yolumuza devâm ettik.

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarından
birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedildikten, kabre konulduktan
sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkîn için kalkınca, Abdullah-ı
İsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini
sordu. Buyurdu ki:

O hoca telkîne başlayınca, kabre koyduğumuz bu mübârek zât bana; "Ey
Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü olan bu hoca, hakîki
hayâta yeni başlayan diri bir kimseye telkîn veriyor." dedi. Bunun için
tebessüm ettim.

Kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

"İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme
zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl
olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü
teâlânın, mü'minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ
zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan
kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı
kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, vâd ve vaîdlerde bulunmuştur.
Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her
îmân, Azrail aleyhisselâm canı almaya geldiği zamandaki şiddetli
korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız
ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr
ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az
insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin
faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel
ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır.
Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve
sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını
düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider."

İlme çok önem verirdi. Talebelerini ve sevenlerini hep ilme teşvik ederdi. İlim husûsunda şöyle dedi:

Hazret-i Ali buyurmuştur ki:

"Allahü teâlâya ilimsiz ibâdet eden kimse, değirmene bağlı merkep gibidir. Gün boyunca yürür, fakat hep aynı yerindedir."

Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat
bu ibâdeti, onun Allah indinde yakınlığını arttırmaz. Bâzan kul çok
ibâdet yapar, fakat câhil olduğundan ibâdeti emre uygun olarak yapamaz,
dolayısıyle boşu boşuna yorulmuş, meşakkat ve zahmet çekmiş olur. Bir
iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak
ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; "İlim öğrenmek, her kadın ve erkek müslümana farzdır." buyurdu.
Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi
lâzım olan ilim, ilm-i hal bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her
ilim bâtıldır. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak ilimle doğru
yapılabileceği anlaşılmaktadır.

İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli
yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet,
hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki:
"Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak
bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf
ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine
kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider."

Abdullah'ı İsfehânî hazretlerinin Mi'yâr-ül-Mürîdîn, Risâlet-ül-Mekkiyye, Nûr-ül-Akâid, Dıyâ-ül-Fevâid ve Sülûk-ül-Ülemâ gibi kıymetli eserleri vardır.

ELİNDE MİSVAKI VAR

Yemen âlimlerinden birisi şöyle anlatmıştır:

Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır hasta idi ve
yatıyordu. Mekke-i mükerremeye ulaştım. Hac vazîfesini edâ ettim. Fakat
devamlı babamın durumunu düşündüğüm için, gönlüm perişân bir vaziyette
idi. Abdullah-ı İsfehânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona
anlattım. Babamın durumunu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım.
Başını önüne eğip bir müddet düşündü. Sonra; "Babanız o şiddetli
hastalıktan kurtulmuş, sedirinin üzerinde oturuyor. Elinde misvâkı var.
Etrâfına kitaplarını koymuş." buyurup, babamın şeklini ve şemâlini de
tarif etti. Hâlbuki daha önce onu görmüş değildi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:40

ABDULLAH EL-KASSÂR

Hicrî onuncu asrın sonlarında yaşamış velîlerden. Doğum ve vefât târihleri belli değildir.

Abdullah Kassâr şöyle anlatmıştır:

Bir zamanlar hacca gitmek üzere yola çıkmıştım. Şirâz âlimleriyle görüştüm. Bana dediler ki:

"Abdullah-ı Tüsterî ile görüştüğün zaman onun fazîletini, üstünlüğünü
kabul ettiğimizi ve selâmımızı söyle. Arefe gününde evinden çıkıp
hacılarla vakfeye durduğunu işittik. Bu haber doğru ise bildirsin de
bizim bu kerâmeti hususunda tereddüdümüz kalmasın."

Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin yanına varınca selâm verdim. Üzerinde
uzun bir elbise vardı. Kendinden geçmiş bir halde oturuyordu. Onu
görünce üzerime bir heybet düştü. Konuşmağa cesaret edemedim. Yanında
bir yere oturdum O sırada bir kadın geldi;

-Efendim benim kötürüm bir oğlum var. Şifâ bulması için duânızı almaya geldim. dedi.

Abdullah Tüsterî:

-Onu niçin Rabbine havâle etmedin? deyince, kadın:

-Siz Rabbimizin sevgili kulusunuz. dedi.

Abdullah-ı Tüsterî bana doğru baktı ve işâret etti. Hemen kalkıp
elinden tuttum. Ayağa kalkıp, ayakkabılarını giydi ve Şat Nehri
kenarına gitti. Kadın da peşinden geldi. Kötürüm çocuk nehirde bir
sandal içinde oturuyordu. Çocuğa:

-Elini uzat! dedi.

Annesi:

-Elini uzatamaz. deyince,

-Sen çocuğu bırak, ondan ayrıl. buyurdu.

Bu sırada çocuk elini Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine uzattı. "Ayağa
kalk!" deyince de kalktı. Sonra da sandal sâhibi onu kenara yaklaştırdı
ve kötürüm çocuk artık yürümeye başladı. Abdullah-ı Tüsterî çocuğa
abdest aldırdı ve iki rek'at namaz kılmasını söyledi. Çocuk namazı
kılınca, annesine:

-Oğlunun elinden tut! buyurdu.

Kadın da elinden tutup götürdü.

Onun bu kerâmetini görünce şaşırdım. Yanına yaklaşıp Şiraz âlimlerinin sözlerini söyledim. Bir müddet başını eğip durdu. Sonra:

-Ey dostum! Bu insanlar dilediğini yapan Allahü teâlâya inanırlar mı? dedi.

-Evet efendim, dedim. Sonra;

-Onlar, ondan ne istiyorlar? buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:40

ABDULLAH KAŞGARİ

İstanbul'da yıllarca ilim ve feyz yayan evliyâdan. 1688 yılında
Kaşgar'da doğdu. İstanbul'a gelince Eyüb'e yerleşti. Bâlîzâde Abdülbâki
Efendinin yaptırdığı dergahta talebe yetiştirip, insanlara doğru yolu
göstermeye çalıştı. Buradan, Nakşibendiyye yolunda olan Hacı Muraaaâ
Efendinin yaptırdığı bugün Kaşgari Dergahı diye bilinen Muraaaâ Efendi
Tekkesine tâyin edildi. Burada on altı yıl talebe yetiştirdikten sonra
1760'da vefât etti. Dergahın avlusunda yapılan türbeye defnedildi.

Abdullah Kaşgari vefât edince, yerine oğlu Ubeydullah Efendi geçerek on
sene müddetle hizmet etti. (Resimde ön plânda görülen yarım kabir.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:40

ABDULLAH MEKKÎ ERZİNCÂNÎ

Anadolu velîlerinden. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin halîfelerindendir. İsmi Abdullah'tır. Erzincânî ve Mekkî
nisbeleriyle tanınmıştır. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. On
dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır.

Aslen Mekkeli olan Abdullah Efendi, zamânının usûlüne göre çeşitli
ilimleri tahsîl etti. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra Bağdâd'da
bulunduğu sırada büyük âlim ve velî, Nakşibendiyye yolunun mürşid-i
kâmili Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini tanıdı, sohbetleriyle
şereflendi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde
bulunarak kemâle, olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek
mânevî derecelere kavuştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
talebelerinin önde gelenlerinden oldu. Hocası ona hilâfet-i mutlaka
yâni tam icâzet, diploma verdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirerek
Erzincan'a gönderdi. Abdullah Mekkî önce Erzurum'a uğradıktan sonra
Erzincan'a gitmek üzere yola çıktı. Erzincan'a gelirken buranın ova ve
dağlarını seyredip, yanındakilere; "Allah bilir ammâ Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinin bize târif buyurdukları memleket burası
olmalıdır. Buradaki bir zâtın bizde nasîbi ve emâneti vardır." dedi.

Abdullah-ı Mekkî, Erzincan'ı şereflendirince insanlar akın akın
ziyâretine geldiler. Gelenler arasında, Terzi Baba diye bilinen
Muhammed Vehbî de vardı. Abdullah Mekkî, Muhammed Vehbî içeri girince
ayağa kalktı. Onu dâvet edip yanına oturttu. Muhammed Vehbî'ye karşı
hiç kimseye göstermediği iltifâtlarda bulundu. Sonra Muhammed Vehbî'nin
durumunu öğrenmek için yanındakilere; "Bu zâtın serveti var mıdır?"
diye sordu. Oradakiler; "Hayır. Yalnız köyde, Sarıgöl'de bir bağı ile,
şehirde bir evi, birkaç parça tarlası ve terzilik yaptığı bir dükkanı
vardır." dediler. Bunun üzerine Muhammed Vehbî'yi yanına çağıran
Abdullah Mekkî hazretleri; "Oğlum! Pîr-i âzâm Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
bizi buralara gönderdi. Bize ehline verebileceğimiz bir emâneti verdi.
O emânete seni lâyık gördüm. Kabûl edersen onu sana teslim edeyim."
diye teklifte bulundu. Muhammed Vehbî, Abdullah Mekkî'ye gönül huzûru
ve teslimiyet ifâde eden bir tavırla; "Siz bilirsiniz." cevâbını verdi.
Abdullah-ı Mekkî; "Vereceğim emânet, sana çok faydalar sağlayacak."
buyurunca, Muhammed Vehbî; "Şeyh efendi! Vallâhî dünyâ için Allah
demem." cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekkî; "Oğlum haydi git!
Sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet de zâten bu idi."
buyurarak onun yüksek derecesini işâret etti. Terzi Baba'ya himmetle
nazar ederek emâneti tevdî etti. Terzi Baba'nın hâli derhâl değişti.
Mânevî feyzler deryâsına daldı.

Bir müddet Erzincan'da kalan Abdullah-ı Mekkî, sohbetleriyle insanların
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için çalıştı. Bu sırada onun
sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan Terzi Baba da tasavvuf yolunda
ilerleyip evliyâlık derecesine kavuştu. Abdullah Mekkî, Terzi Baba'nın
olgunluğa erdiğini görerek, ona hilâfet verdi.

Yerine Terzi Baba'yı bıraktıktan sonraErzincan'dan ayrılarak Erzurum'a,
oradan da Kudüs'e gitti. Mukaddes makamları ve büyüklerin kabirlerini
ziyâret ettikten sonra Mekke-i mükerremeye ulaştı. Orada yerleşip
Nakşibendiyye yolunun Hâlidiyye kolunun yayılması ve insanların bu
mânevî yoldan faydalanmaları için gayret sarf etti. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri hayatta olduğu müddetçe Abdullah-ı Mekkî'nin
ihtiyaçlarını Süleymâniye, Şam ve Bağdâd'dan gönderdi. Hac ibâdetini
yerine getirmek için gidişinde onun misâfiri oldu.

Abdullah-ı Mekkî, Mekke'de kaldığı müddet içinde pekçok âlim ve evliyâ
ile karşılaşıp, sohbet etti. Sayısız talebe yetiştirdi. Hac ibâdetini
yerine getirmek için gelen Şeyh Süleymân bin Hasan Kırîmî sohbetinde
kemâle, olgunluğa erdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir hac ibâdeti sırasında Abdullah-ı
Mekkî'ye iltifât edip; "Bu defâ hacca seni ziyâret için geldim."
buyurdu. Uzun seneler Mekke-i mükerremede kalıp insanların dünyâ ve
âhiret seâdetine kavuşması için çırpınan Abdullah-ı Mekkî, yerine
talebesi Şeyh Süleymân bin Hasan Kırîmî'yi bıraktıktan sonra Mekke-i
mükerremede vefât etti.

Süleymân bin Hasan Kırîmî onun yerine irşâd, insanlara doğru yolu gösterme faâliyetine devâm etti.

Abdullah-ı Mekkî Erzincânî büyük âlim, ilmiyle amel eden, fazîlet
sâhibi velî bir zat idi. Dünyâ ve ona âid olan her şeyden kesilerek,
vatanını ve yakınlarını bırakıp İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatmak için çeşitli memleketleri dolaştı. Evliyânın büyüklerinden
olup, sekr, cezbe ve mânevî sarhoşluk hâli ile fenâ makamlarını geçmiş,
evliyâlığın en yüksek makamlarına kavuşmuştu. Birçok kimse de ondan
feyz alıp, gösterdiği yolda ilerleyerek velîlerden olmuşlardı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:40

ABDULLAH BİN MENÂZİL

Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdullah bin Muhammed bin Menâzil,
künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 940 (H. 329)
senesinde Nişâbur'da vefât etti. Kabri Enbâr şehidliğindedir. Hocası
evliyânın büyüklerinden olan Hamdun Kassâr hazretleridir. Onun
derslerinde ve sohbetlerinde yetişip zâhir, bâtın, açık ve gizli
ilimlerde âlim oldu. Tasavvufta yüksek haller, fazîletler sâhibi ve
hadîs ilminde âlim idi. Pek çok hadîs-i şerîf dinlemiş ve yazmıştır.

Abdullah bin Menâzil, Hamdun bin Ahmed'den nasîhat istemişti. O da;
"Gücün yettiği ve elinden geldiği kadar dünyalık bir şey sebebiyle
kızmamaya gayret et." buyurdu.

Abdullah bin Menâzil hazretleri buyurdu ki:

"İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır."

"Devamlı utanmaktan ve sıkılmaktan bahseden, fakat Allahü teâlâdan sıkılmayan kimseye ne kadar şaşılır."

"İhtiyâcı olmayan bir şeye muhtâc gözüken, muhtâc olduğu bir şeyi kaybeder."

"Allahü teâlâ çeşitli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu
ve seher vakitleri istiğfâr, tövbe etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra
söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu görüp,
hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu."

"Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayırlıdır."

"Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyiz ve bereketinden faydalanamaz."

"Tevekkül sâhibi, her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâya dönen kimsedir."

"Farzlardan birini edâ etmeyen, sünneti yapmama belâsına yakalanabilir.
Sünneti terk edenin ise bid'ate, hurafeye düşmesi muhakkaktır."

"Sâhib olduğun zamanların en üstünü, nefsinin istek ve arzularından kurtulduğun ve halk için kötü düşünmediğin vakittir."

"Nefsi için bir hizmetçi istemediği müddetçe kul, kuldur. Kendisi için
bir hizmetçi istedi mi, yüksek derecesinden düşmüş ve kulluğun
edeblerini terkedip sınırlarını aşmış olur. Çünkü başkasının kendisine
hizmet etmesini isteyecek kadar nefsini büyük görmüştür."

"Eğer bir kul ömrü boyunca bir an riyâ ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini ömrünün sonuna kadar duyar."

"Ârif, gafletten uzak olup, hiçbir zaman kendini beğenmez, ucba kapılıp kibirlenmez."

"Edeb nedir?" diye sorulunca; "Çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Biz
deriz ki, edeb insanın nefsini bilmesi, tanımasıdır." buyurdu.

"İnsanlar kendi şekâvet ve haksızlıklarına, haddi aşmaya âşık olurlar.
Yâni dâimâ kendilerini bedbaht edecek şeyleri yapmak isterler."

Ebû Ali Dekkâk, Abdullah bin Menâzil'in vefâtını şöyle anlatmıştır:

Bir gün Ebû Ali Sekafî ile konuşuyorlardı. Söz arasında Abdullah bin
Menâzil, Ebû Ali Sekafî'ye; "Ölüme hazır ol, çünkü ölümden kurtulmanın
çâresi yoktur." dedi. Bunun üzerine o zat; "Ey Abdullah sen de hazır
ol, şüphesiz öleceksin." deyince Abdullah bin Menâzil hazretleri kolunu
yastık gibi uzattı, başını kolunun üzerine koydu ve; "İşte öldüm."
diyerek, kelime-i şehâdeti söyledi ve o anda vefât etti.

Bu durum karşısında Ebû Sekafî hazretleri donakaldı. Söyleyecek bir söz
bulamadı. Çünkü Abdullah bin Menâzil'e fiilen mukâbele etmek imkânına
sâhip değildi. Ebû Ali Sekafî'yi dünyâya bağlayan bir takım sebepler
vardı. Abdullah bin Menâzil'in ise Allahü teâlâdan başka meşgûliyeti
yoktu. Dünyâ ile alâkasını kesmişti.

SON NEFES BELLİ OLMAZ

Abdullah bin Menâzil, ulemâdan, büyük zat,
Nişâbur'da yetişip, orada etti vefât

O, bir gün vâz ederken, buyurdu ki: (Ey insan!
Hazırlan son nefese, deme daha var zaman.

O "son nefes" dediğin, gelir bu gün, ya yârın,
Şimdi ne hazırlarsan, işte o, senin kârın.

Her nefesi alırken, âgâh ol, etme gaflet,
Her birinin, son nefes olduğunu kabûl et.

Her namazı kılarken, de ki: "Hiç belli olmaz,
Bu, benim kılacağım, belki de en son namaz."

Her yemek yediğinde, de ki: "Bu, son yemeğim,
Öbür öğüne kadar, belki gelir ecelim."

Her gece abdest alıp, girerken yatağına,
De ki: "Belki ölürüm ve çıkamam yarına.")

Nasîhat istemişti, kendisinden bir mü'min.
Buyurdu: (Öfkelenme, dünyalık bir şey için.

İnsan öfkelenince, örtülür aklı o an,
Şeytan onun boynuna "bir yular" takar heman.

O, kendi aklı ile, edemez hiç hareket,
Zîrâ onun aklını, örtmüştür öfke, hiddet.

"Şeytanın oyuncağı", olur artık o kişi,
Onun emrine göre, yapar o, her bir işi.

Peygamber efendimiz, buyurdu ki bu bâbda:
"Hemence oturunuz, kızdıysanız ayakta.

Eğer oturmakla da, sâkin olmaz iseniz,
Bir mikdar yatınız ki, zâil olsun öfkeniz.")
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:41

ABDULLAH MENÛFÎ

Evliyânın meşhûrlarından. Usûl, tefsîr, nahiv ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimlerinden. İsmi Abdullah bin Muhammed'dir. Aslen Mağribli,
Kuzeybatı Afrikalı olduğu için Mağribî nisbesiyle de anıldı. Babası
Mısır'a göçtü. 1287 (H.686) senesinde Mısır'ın Buhayra şehrinde doğdu.
Sonra Menûf'a yerleşti. Mağribî veMenûfî nisbesiyle meşhûr oldu. 1347
(H.748)'de Mısır'da vefât etti.

Dokuz yaşında Süleymân Tenûhî Şâzilî'nin terbiyesine verilen Abdullah
Menûfî, çocukken temel din bilgilerini öğrenip, Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Daha küçük yaşta evliyâlık hâlleri görüldü. Rükneddîn bin
Kûbî, Şemsüddîn Tûnusî, Kâdı Nâsıruddîn'in babası, Şerâfüddîn Zevâvî,
Şihâbüddîn Merhal, Celâlüddîn İmâm-ül-Fâdıliyyet-il-Mu'ber, Mecdüddîn
Akfehsî gibi birçok âlimden ilim öğrendi. Süleymân Tenûhî Mağribî
Şâzilî'nin sohbetlerinde yetişip, vilâyet derecelerinde yükseldi.
Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde, tefsîr ve Arabî ilimlerde âlim oldu.
"İnsanlardan tamâmen kesilip, onlardan uzaklaşmak için Resûlullah
efendimizden mânen izin istedim. İzin vermediler." buyurmuştur.

Zamânının sultanı ona vazîfe vermek istedi. İlimle, insanlara Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla meşgul olduğundan kabul etmedi.
Kıymetli talebeler yetiştirdi. Sâlih insanların yetişmesine sebeb oldu.

Abdullah Menûfî hazretleri, Kuşeyrî Risâlesi ile Kâdı İyâd'ın Şifâ'sını ve Tefsîr-i Vâhidî
gibi eserleri talebelerine okuturdu. Eline yeni aldığı en ağır kitabı,
hiç mütâlaa etmeden talebeye anlatırdı. Anlatmaya başladığı zaman,
ağzından nûrların yükseldiği açıkça görülürdü. Zühd ve takvâda, dünyaya
düşkün olmamakta, haramlardan çok sakınmakta asrının bir tânesi idi.
Tevâzu sâhibi olup haramlara düşmek korkusu ile şüphelilerden çok
sakınırdı. Allahü teâlânın yasakladıklarından uzak durur, emirlerini
yapmak için gayret ederdi. Vakitlerini yalnız Allahü teâlânın dînini
öğrenmek, O'nun kullarına öğretmek ve ibâdet etmek için harcardı.
Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Kur'ân-ı kerîmi çok
okurdu. İnsanlara karşı çok merhametli idi. Onlara devamlı emr-i
mârûfta bulunur, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye gayret
ederdi. Mâlikî mezhebine göre fetvâ verirdi. Yûsuf Nebhânî hazretleri Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ'da
diyor ki: "Mısır'daki evliyâ arasında, İmâm-ı Şâfiî'den sonra en üstünü
Ahmed-i Bedevî'dir. Ondan sonra Seyyidet Nefîse'dir. Sonra Şerâfeddîn-i
Kürdî, sonra Abdullah Menûfî Şâzilî'dir."

Birçok talebe yetiştirdi. Talebelerinden Halil bin İshâk Cündî Mâlikî
mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerindendir. Hocasının hayâtını Menâkıb-ı Abdullah Menûfî adlı
eserinde topladı. Eserleri, vefâtından sonra talebeleri tarafından
tertib edildi. Mısır'da vefât ettiği zaman, insanlar onun cenâze
namazını kılmak için sokaklara döküldü. Mısır'da onun ilminden istifâde
etmeyen yok gibiydi.

Cündî'nin yazdığı Menâkıb-ı Abdullah Menûfî adlı eserdeki
menkıbe ve kerâmetleri, güzel sözleri, dilden dile, gönülden gönüle
dolaştı. Kerâmet ve menkıbelerinden bâzıları şöyledir:

Talebeleri arasında yüzü ve hâlinin güzelliği ile meşhûr olan bir genç
vardı. Bir kadın, ona âşık oldu. Hîle ile, o talebenin kaldığı eve
girdi. Kadın kendisini kabûl etmesini isteyip, üzerine geldi. Talebe
de, hocası Abdullah Menûfî'den imdâd istedi. O anda duvar yarılıp,
Abdullah Menûfî hazretleri içeri girdi. Kadın korkup bayıldı. Ayılınca
tövbe edip, güzel ahlâk sâhibi hanımlardan oldu.

Bir gün hiç âdeti olmadığı hâlde bir kebabçı dükkânına girdi.
Kebabçının yeni kızarttığı kuzunun tamâmını satın aldı. Dükkândan
uzaklaşınca, kuzuyu köpeklere attı. Çok geçmeden, kuzunun dînimizde
yenmesinin haram olduğu şekilde öldürüldüğü anlaşıldı.

Talebelerinden birine haber gelip, annesinin öldüğü bildirildi. O da
hocasından, memleketine gitmek için izin istedi: "Hiçbir yere gitme!
Annen ölmedi!" buyurdu. Çok geçmeden talebenin annesinin ölmediği
haberi geldi.

Evinden, sultanların bile âciz kalacağı derecede yiyecek dağıtılırdı.
Bâzan elini sarığına uzatıp altın ve gümüş alır fakirlere verirdi.
Ellerini yıkayıp dışarı çıktığı zaman parmakları arasından su damlaları
ile birlikte gümüş çıkardı. Bu gümüşleri ilk karşılaştığı kimseye
verirdi. Bir örtünün üzerine oturduğu zaman örtünün altında hiç bir şey
olmadığı halde elini örtünün altına sokar, Altın ve gümüş çıkarırdı.
Kısa zamanda bir yerden bir yere gitmesi meşhurdur.

Hocası Süleymân Tenûhî Şâzilî'nin Menûf'de vefâtında, oraya gidip
cenâzesinde bulundu. Cenâze namazını kıldı. Aynı gün tekrar Kâhire'ye
döndü.

Vefât ederken bedeninden etrafa güzel kokular yayıldığını orada bulunanlar hepsi hissettiler.

FAKİRİN HAKKI

Hırsızlar, Abdullah Menûfî hazretlerinin talebelerinin kaldığı yere
gidip, anbardan buğday yükleyip gittiler. Abdullah Menûfî hırsızlara
haber gönderip:

"O, fakîrlerin hakkıdır, aldığınız gibi geri getirin!" dedi.

Onlar çaldıklarını inkâr ettiler. Bir günde, hırsızların bütün
merkepleri öldü. Bunun, o büyük zâtı üzmelerinin cezâsı olduğunu
anlayıp, günahlarına tövbe ettiler. Ellerindekini getirip sâhiplerine
geri verdiler. Hak sâhipleriyle helâllaştılar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:41

ABDULLAH BİN MUHAMMED BİN ABDURRAHMÂN

Mekke-i mükerremede yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın
büyüklerinden olup seyyiddir. İsmi, Abdullah bin Muhammed bin
Abdurrahmân el-Eska', lakabı Ebû Alevî'dir. Doğum târihi tesbit
edilemiyen Abdullah bin Muhammed, Mekke-i mükerremede yetişti. 1567
(H.974) senesinde, Cemâzil-evvel ayının on sekizinci günü orada vefât
etti. Şebîke kabristanında bulunan meşhûr türbesindedir.

Abdullah bin Muhammed, ilk temel bilgileri babasından okudu. Sonra
zamânında bulunan büyük İslâm âlimlerinin derslerinde bulunarak
yetişti. Bir taraftan da tasavvuf yolunda ilerledi. Babasından ve
Abdullah bin Hakem bin Sehl Kuşeyr'den tasavvuf yolunda icâzet aldı.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde asrının imâmı, tasavvuf yolunda bulunanların
da üstâdı oldu. Hocalarından Abdullah bin Ahmed bin Fadl ile
birlikteResûlullah efendimizi ziyâret için Medîne'ye gitti. Günlerce
bir şey yemedi. Muhammed bin Irak ile görüştü. Muhammed bin Ömer ona
şefkatle muamele etti ve sabr etmesini tavsiye etti. Abdullah bin
Muhammed, rüyâsında ceddi Muhammed aleyhisselamı gördü. Peygamber
efendimizin ona Haremeyn'de (Mekke ve Medîne'de) kalmasını emretti.
Sabahleyin uyanınca Kuba Mescidine gitti. Orada tekrar Muhammed bin
Irak ile karşılaştı. Onun yanından ayrılmadı. O esnâda hummaya
yakalandı. Şeyh Muhammed cübbesini onun üzerine koyunca hastalığı
geçti. Bundan sonra Muhammed bin Irak'a tam bağlandı ve ondan icâzet
aldı. Ayrıca Medîne'de bulunan bir çok veliden mesela Ali Müttekî
Hindî'den icâzet aldı. Hırka giydi. Şeyhi Muhammed bin Irak'ın emriyle
Zebîd'e gitti ve orada evlendi. Daha sonra Hadramut ve Terim'e gitti.
İlim öğrendi ve öğretti. Sonra Mekke'ye döndü. Mekke-i mükerremede veya
Medîne-i münevverede bulunurdu. Çok kerâmetleri görüldü ve pek çok
talebe yetiştirdi. Nice kimse ondan istifâde etti.

Allahü teâlânın izni ile, yanına gelenlerin gönüllerindeki düşünceleri
anlar ve haber verirdi. Kimi zaman dostlarına ve sevdiklerine, ileride
başlarına gelecek bâzı şeyleri haber verir, bâzân da çok uzak
beldelerde meydana gelen hâdiseleri bildirirdi.

Basrî nisbeti ile meşhûr Seyyid Abdürrahîm el-Ehsâvî'nin çok sevdiği
bir kız çocuğu vardı. Bu kızcağız bir gün vefât edip, Allahü teâlânın
rahmetine kavuştu. Seyyid Basrî hazretleri o kadar üzüldü ki, bu
üzüntüsü, vefâtına sebeb olacak zannedildi. Üzüntüden duramıyordu.

Seyyid Basrî, Abdullah bin Muhammed ile karşılaştıklarında, duâ istedi.
O da eliyle onun göğsünü sıvazlayıp duâ etti. Allahü teâlânın izni ile,
Basrî'nin kalbindeki o şiddetli üzüntü bir ânda kayboldu. Abdullah bin
Muhammed, ayrıca Seyyid Basrî'yi sâlih bir evlâd ile müjdeledi. Doğudan
batıya kadar, zamânındaki bütün âlimlerin kendisiyle iftihâr edeceği
sâlih bir evlâdının olacağını haber verdi.

Bundan sonra Seyyid Basrî'nin hanımı hâmile oldu. Doğum ânı geldiğinde,
Abdullah bin Muhammed hazretleri Seyyid Basrî'ye bir haberci gönderip,
daha önce kendisine müjdelediği sâlih evlâdın doğmak üzere olduğunu
bildirdi ve kendisini tebrik etti. Seyyid Basrî'nin çocuğu doğdu. Aynı
gün Abdullah bin Muhammed'in habercisi geldi. Aradaki mesâfe çok uzak
olduğundan, zâhirî olarak Abdullah bin Muhammed, Basrî'nin hanımının
hâmile olduğunu bilmiyordu. Fakat doğumu tebrik için bir haberci
göndermesi, habercinin ise, tam doğumun olduğu gün gelmesi, hep onun
kerâmetiydi. Seyyid Basrî'nin bu evlâdı, ileride meşhûr olup tanınacak
olan Şeyh Ömer el-Basrî idi.

Abdullah bin Muhammed hazretlerinin annesi vefât etmişti. Zamanla
annesini görmeyi çok arzu etti. Bu şiddetli arzu ile Allahü teâlâya duâ
etti. Allahü teâlânın izni ile, uyanık ve gâyet açık bir şekilde
annesini âhiret nîmetleri içinde gördü ve bu nîmetler için Allahü
teâlâya çok şükretti.

Rivayete göre; Abdullah bin Muhammed, talebelerinden bâzısına; "Ben
vefât ettikten uzun zaman sonra, kabrimin üzerine bir türbe yapılıp
tamamlandığında, oğlum Ali'nin yakınlarına tâziyede, başsağlığı
dileğinde bulununuz. Çünkü o da aynı günde vefât eder." dedi. Nihâyet
Abdullah bin Muhammed hazretleri 1567 (H.974) senesinde vefât etti.
Takrîben elli sene sonra, kabri üzerine türbe yapıldı. Bu türbenin
tamamlandığı gün, Abdullah bin Muhammed bin Abdürrahmân'ın Ali
ismindeki oğlu vefât etti.

O büyük zâtın yukarıdaki sözünü işitenler, Ali isimli bu zâtın
vefâtının, babası tarafından kerâmet olarak kırk yedi sene evvel târihi
ile birlikte bildirildiğini böylece anlamış oldular.

BÜYÜK BİR ÂLİM OLACAK

Kâdı'l-müslimîn ve İmâm-ül-müslimîn diye meşhûr olan Kâdı Hüseyin
Mâlikî, çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Hastalığı çok
ağır olup, vefât edecek zannettiler. Bu zâtın annesi, Abdullah bin
Muhammed'in büyüklüğüne inanan sâliha bir hanım idi. Hasta çocuğunu
alarak, duâ isteği ile Abdullah bin Muhammed'in yanına getirdi.
Evliyâdan Abdurrahmân bin Ömer el-Amûdî de orada bulunuyordu. Bir
kadının hasta çocuğunu getirip duâ talebinde bulunduğu arzedilince,
Abdürrahîm Amûdî'ye çocuğu dışarıdan alıp getirmesini söyledi. Sonra,
bu çocuğun yaşıyacağını, herkese faydası dokunacak çok yüksek bir âlim
olacağını müjdeledi. Çocuk getirildiği zaman duâ ve teveccüh edip geri
gönderdi. Bu sırada sene 1559 (H.967) idi. Bundan sonra çocuk iyileşti.
Hastalığından eser kalmadı. Büyüdüğünde, Abdullah bin Muhammed'in
bildirdiği şekilde zamânının büyük ve meşhûr âlimlerinden oldu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:41

ABDULLAH BİN MUHAMMED BÂKİ-BİLLAH

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İmâm-ı Rabbâni'nin hocası
Muhammed Bâki-Billah hazretlerinin ikinci oğludur. Sûrette (görünüşte)
ve kalb hâllerinde yüksek babalarına çok benzerlerdi. Küçük yaşta
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceye
ulaştı. İlim ve hâl bakımından çok ince görüşleri vardı. Zikri ve bu
büyükler yolundaki murâkabeyi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden aldı. Bir
çok defâlar mübârek huzurlarına gidip Serhend'de günlerce hizmetlerinde
kaldı, lütuf ve teveccühlerine kavuştu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ında
Abdullah bin Muhammed Bâki-Billah'a yazdığı mektupları vardır. Doğum ve
vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Kabri Dehli'dedir.
ABDULLAH BİN MUHAMMED EL-HADRAMÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Muhammed bin
Abdurrahmân el-Hadramî'dir. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum târihi
bilinmemektedir. Hadramud'da yetişen evliyânın büyüklerinden idi. 1288
(H.687) senesinde vefât etti. Yemen'deki Selâm şehri kabristanına defn
edildi. Mezarının üstüne bir türbe yaptırıldı. Türbesi ziyâret yeridir.

Abdullah-i Hadramî, ilk önceMuhammed bin Ali Ba'levî'den ilim öğrendi.
Maddî ve mânevî istifâdesi çok oldu. Muhammed bin AliBa'levî kendisini
çok sever ve methederdi. Daha sonra ilim öğrenmek için Şeyh Ahmed bin
Cu'd hazretlerinin ilim meclisine devâm etti. Ondan çok istifâde etti.
Tasavvuf bilgilerini öğrenip üstün hâllere kavuştu ve icâzet, diploma
aldı. Sonra Ebü'l-Gays bin Cemîl ve daha birçok velî zâtların ders ve
sohbetlerini dinledi. Çok istifâde edip yüksek mertebelere kavuştu.
Birçok kerâmetleri görüldü. İnsanlara, güzel ahlâkı öğretmek için
çalıştı. İnsanlar, çeşitli yerlerden kendisini görmeye ve sohbetlerini
dinlemeye gelirdi. Yüzlerce talebesi vardı. Allahü teâlânın kendisine
ihsân ettiği üstünlüğü ile insanlara ilim öğretti. Dünyâ ve âhiret
sıkıntılarından kurtardı. Etrâfında pekçok talebe toplandı.

Bir defâsında peygamberlerden Hûd aleyhisselâmın kabr-i şerîfini
ziyâret için yola çıktı. Binlerce kişi onunla gitti. Bir defâsında da
talebelerinden büyük bir cemâatle, hocası Ahmed bin Cu'd'u ziyârete
gitmişti. Huzûruna vardıklarında; "Hoş geldiniz evladlarım. Yola
çıktığınızdan beri melekler sizin etrafınızı sarmışlardı." dedi.

Talebelerine nasîhat ederken; "Sizden biriniz nerede olursanız olunuz,
herhangi bir sıkıntıya düşerse, beni vesîle ederek Allahü teâlâdan
murâdını istesin. Biiznillah istediğine kavuşur. Allahü teâlâ, velî
kulları vâsıtasıyla insanların müşküllerini çözer." buyurdu. Talebeleri
sıkıntıya düştükleri zaman, Abdullah-ı Hadramî'yi vesîle ederek, Allahü
teâlâdan sıkıntılarını gidermesini istediler. Hocalarının yetişerek,
Allahü teâlânın izniyle onları sıkıntıdan kurtardığı çok defâ görüldü.

Şöyle anlatılır:

Ebû Mehre adındaki zât, önceleri Sa'îd bin Îsâ'nın talebelerinin ileri
gelenlerinden idi. Daha sonra Abdullah-ı Hadramî'nin sohbetlerinde
bulundu. Onun sevdiği yüksek talebelerinden oldu. Bir zaman Ebû Mehre,
ilk hocasını ziyârete gitti. Huzûruna girdiğinde eski hocasının
hâtırının kaldığını gördü. Sonra kendisinde, his, zevk ve istek ne
varsa kaybolduğunu anladı. Berâberinde amcasının oğlu vardı. O zaman
Abdullah-ı Hadramî hazretlerini vesîle kılıp, Allahü teâlâya yalvardı.
O ân Abdullah-ı Hadramî orada görüldü ve Ebû Mehre'yi düştüğü sıkıntılı
durumdan kurtardı. O da eski hâline tekrar kavuştu. Sa'îd bin Îsâ, bu
durumu görünce hayret etti. O zaman Abdullah-ı Hadramî buyurdu ki: "Bu
talebenin elinden siz tuttunuz. Fakat kalbi bizimledir." Daha sonra
oradan ayrıldı.

Abdullah-ı Hadramî hazretleri yalnız kaldığı zaman ortalığı bir nûr kaplardı. Kendisi bu nûrda kaybolur gibi olurdu.

İmâm-ı Yâfiî onun hakkında; "Çok kimseler rüyâda, Resûlullah
efendimizin kabr-i şerîfinden, Abdullah-i Hadramî'nin kabrine akan bir
nehir gördüklerini anlatırlar. Âlimler, bunu Resûlullah efendimizin ona
yardımının çokluğuna delîl olduğunu bildirdiler." buyurdu.

Abdullah-ı Hadramî, vefât edeceği zaman yaklaştığında, yanında
bulunanlara; "Yavrularım, melekler âlemini görüyorum. Melekler âleminde
de Peygamberimizi görüyor, müşâhede ediyorum." dedi.
ABDULLAH BİN MUHAMMED MÜRTEİŞ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin MuhammedMürteiş
en-Nişâbûrî olup, künyesi, Ebû Muhammed'dir. Mürteiş diye tanınır.
Aslen Nişâbur'un Hîre nâmıyla meşhûr mahallesinden olup Bağdâd'a
yerleşti.Şunûziyye Mescidinde ikâmet eder. Orada sohbetine devam
edenlere Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, dünyanın zevk ve
eğlencelerinin geçici, âhiretin ise ebedi olduğunu bildirirdi. 939
(H.328) senesinde bu mescidde vefât etti.

Ebû Hafs-ı Haddâd'ın talebelerindendir. Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû
Osman Mağribî ve diğer büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kısa zamanda
yetişip Irak'ta zamânının bir tânesi oldu. Dünyâya düşkün olmaması,
haram ve şüphelilerden çok sakınması belli başlı vasıflarıydı.

Abdullah Mürteiş hazretleri tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerlemesini
ve buna sebeb olan ibret verici hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

Babam, bulunduğumuz yerin ileri gelenlerinden idi. Bir gün evimizin
önünde otururken yanıma bir genç geldi. Sırtında hırka, başında eski
bir külâh vardı. Fasîh, açık bir lisân ile benden bir şey istedi. Ben;
"Sapasağlam bir genç olsun da, utanmadan dilencilik yapsın, olacak şey
değil!" diye düşündüm ve kendisine hiç cevap vermedim. Bana sertçe;
"Kalbine gelen şeyden, Allahü teâlâya sığınırım." dedi. Bunu duyunca
çok korktum ve kendimden geçerek yere düştüm. Hizmetçilerimizden biri
bu hâlimi görüp yanıma gelmiş. Kendime geldiğimde, başımı dizine koyup,
beni ayıltmaya çalışıyordu. Herkes etrafıma toplanmıştı. O gencin
gittiğini öğrendim. Çok üzüldüm ve yaptığıma çok pişman oldum. O gün
böyle geçti. Gece olunca bu dert ve elem ile uyudum. Rüyâmda hazret-i
Ali'yi gördüm. O genç de yanında idi. Bana:

"Keşke öyle düşünmeseydin ve buna bir şeyler verseydin. Allah rızâsı için hiç bir şey vermeyeni Allahü teâlâ sevmez." buyurdu.

Sabah olunca kendime âit ne varsa, hepsini, Allah rızâsı için ihtiyâcı
olanlara dağıtıp, sefere çıktım. Bağdâd'a gelip ilim öğrenmeye
başladım. On beş sene sonra babamın vefât ettiğini haber alıp,
Nişâbur'a geldim. Babamdan bana çok büyük servet kalmıştı. Onu da Allah
rızâsı için dağıtıp Bağdâd'a döndüm. O gencin, o bakışı hâlâ gözümün
önünde. Devamlı üzülüp, pişman oluyordum.

Vefât edinceye kadar da bu üzüntünün böyle devâm ettiği bildirildi.

Hocası Ebû Hafs-ı Haddâd, Abdullah Mürteiş'e ilim öğrenmesi için
seyâhat etmesini söylemişti. Hocasının bu emrine uyarak, ilim öğrenmek
için her sene kilometrelerce yol yürür, uğradığı bir şehirde on günden
fazla kalmazdı. Bir gün Rakka'ya geldi. İbrâhim-i Kassâr kendisine bir
tabakta üzüm ve ekmek gönderdi. Verilen hediyelere karşı, hediye ile
cevap verdiği için kaftanını sattı. İbrâhim-i Kassâr'a bâzı hediyeler
alıp gönderdi.

Abdullah Mürteiş hazretlerinin menkıbeleri çok olup sâlih bir zat şöyle
anlatmıştır: Bağdâd'da bulunuyordum. Hacca gitmeyi arzu ediyordum.
Gitmek için hiçbir şeyim yoktu. Kendi kendime; "Abdullah Mürteiş
hazretleri bana bir aba, elbise ve masraflarım için de on beş gümüş
hediye etse. Elbiseyi giyerim gümüşler ile de kova, ip ve ayakkabı
alırım yolda sıkıntı çekmem." diye düşündüm.

Bu sırada kapı çalındı. Açıp bakınca, Abdullah Mürteiş hazretlerini
gördüm. Çok şaşırdım bana, bir aba, elbise ve on beş gümüşü uzatıp;
"Bunları al." buyurdu.

Almak istemedim, fakat; "Al, beni üzme, bunlar istemiş olduğun şeylerdir." dedi. Mahcûbiyetle aldım...

Bir defâsında ramazân-ı şerîf ayının son on günü câmide îtikâfa
başladı. Ancak birkaç gün sonra îtikâfı bırakıp çıktı. Sebebini
soranlara:

"Mescidde bâzı kimselerin riyâ ile, gösteriş yaparak ibâdet edip,
Kur'ân-ı kerîm okuduklarını gördüm. Bu hâlleri sebebiyle, onlara
gelecek olan belâdan korkup dışarı çıktım." dedi.

Abdullah Mürteiş hazretleri nasîhat ve sohbetleriyle uzun müddet
insanlara rehberlik yapmıştır. Bir defâsında da nasîhat isteyenlere;
"Size nasîhat vermeye benden daha münâsib ve benden daha hayırlı
olanlara gidiniz. Böylece beni de, sizlerden çok daha hayırlı olan
Rabbimle berâber bırakmış olursunuz ve ben de hep O'nunla meşgûl
olurum." buyurdu.

Hastalığı artıp vefâtı yaklaştığı sırada huzûrunda bulunan sevenlerine
borcu olduğunu, elbisesini satmalarını ve borcunu ödemelerini söyledi.
Sonra buyurdu ki:

"Allahü teâlâya duâ edip bana üç şeyi nasîb etmesini istedim.

Birincisi pekçok dost ve büyük zâtlarla görüşüp sohbet ettiğim Şunûziyye Câmiinde vefât etmek.

İkincisi vefât edip, dünyadan ayrılırken dünyalık bir şeyim olmasın
istedim. Şu altımda serili olan hırkamdan başka bir şeyim yok! Ben
vefat edince onu da altımdan alıp satın. Parasıyla bir şeyler alın ve
fakirlere verin...

Üçüncü isteğim de şu idi: Ben vefât ederken yanımda sevmediğim kimse
bulunmasın. Burada bulunanların hepsini seviyorum. Şu anda aranızda
sevmediğim kimse yok. Elhamdülillah bu arzumun üçü de oldu."

Buyurdu ki:

"Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman
olmakla kazanır. Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü
teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir."

"Tasavvuf güzel ahlâktır. Bu da üç kısımdır: Birincisi, Hakk ile
beraber olmak yâni Allahü teâlânın emirleine uymak ve bu hususta
gösterişten uzak durmaktır.

İkincisi halk ile beraber olmak. Bu da büyüklere karşı saygı ve edeb,
küçüklere karşı şefkat, emsallere ise insaflı ve âdil davranmakla olur.

Üçüncüsü nefse sâhib olmak. Bu ise nefsin boş isteklerine, hevâ, hevese
ve şeytana uymamakla olur. Kim bu üç husûsu nefsinde doğru bir şekilde
tatbik ederse güzel huylulardan olur."

"Tasavvuf tamâmen ciddiyettir. Şaka nevinden olan herhangi bir şeyi ona karıştırmayınız."

"Kul ne ile muhabbete nâil olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın
evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmakla" buyurdu.

Yine buyurdu ki:

"Kalbin, Allahü teâlâdan ve O'nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta olduğuna işârettir."

"Sebeplere yapışmalı, fakat bu durum, o sebeblerin ve her şeyin
yaratıcısı olan Allahü teâlâya îtimâd ve tevekkül etmeye mâni
olmamalıdır."

"Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs."

"İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın
emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdir ettiğine
râzı olmaktır."

"Kul, muhabbet makâmına, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur."

"Amellerin en üstünü; doğru amel işlemek, sünnet üzere hizmete devâm etmektir."

"Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, Allahü teâlânın azâbını çabuklaştırır."

"Yaptığı amellerin, kendisini Cehennem azâbından kurtarıp, Allahü
teâlânın rızâsına kavuşturacağını zanneden kimse, büyük hatâ etmiştir.
Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kurtulabileceğini düşünen kimseyi,
Allahü teâlâ rızâ makamlarının en sonuna ulaştırır. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 58. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki:
"De ki: Allahü teâlânın ihsânı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla ferahlansınlar. Bu, onların toplamakta olduklarından (dünya menfaatinden) daha hayırlıdır."

"Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O'nu bir olarak ikrâr et ve O'na hiç bir şeyi ortak koşma. Tevhîdin esâsı bu üç şeydir."

"Allahü teâlânın, senin rızkına kefil olduğuna îtimâd et ve sana
emrettiği ibâdetleri yapmaya çalış! Böyle yaparsan, evliyâdan olursun."

ÜSTÜN KİMSE!..

Abdullah bin Mürteiş'in dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin
hallerinden bahsederek; "Falan kimse su üzerinde yürüyor. Onun bu
hâline ne dersiniz?" diye sordular. Buyurdu ki:

"Allahü teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üzerinde yürüyenden daha üstündür."

KEŞKE YARDIM ETSEYDİM!

Abdullah-ı Mürteiş, evliyâ-yı kirâmdan
Şiddetle kaçınırdı, şüpheli ve haramdan.

Dünyâya zerre kadar, vermez idi bir değer,
Methetti kendisini, evliyâ ve âlimler.

Hânesinin önünde, otururken bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.

Vardı gencin üstünde, hem de "yeni bir abâ"
Düşündü: "Bu ne için, dileniyor acaba?

Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi,
Yakışır mı bu gence, el açıp dilenmesi?"

Bunları düşünerek, vermedi cevap bile,
Genç ayrıldı ondan, "kırılmış bir kalp" ile.

Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman oldu, düşündü uzun uzun.

Para vermediğine, çok üzülüp içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden

Dedi ki: "Ne olaydı, kırmasaydım hiç onu,
Nereden biliyordum nâ ehil olduğunu,

Rabbimiz bakıyor mu, hiç benim günâhıma?
Devamlı gönderiyor, rızkımı her gün ama.

Belki o, Rabbimizin, çok sevdiği kuluydu,
Heyhât! Bana yakışan, muâmele bu muydu?"

Yaptığı o hatânın, kalarak tesirinde,
Yatıp, bir rüyâ gördü, o günün gecesinde.

Şöyle ki otururdu, Allah arslanı Ali
Dikkat etti, vardı hem, yanında o genç dahi.

Hazret-i Ali ona, buyurdu ki hemence:
"Ne için bir tasadduk, eylemedin bu gence?

Hâlbuki bir kimsenin, varken malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlâsı.

Uyanınca kapladı, kendisini bir keder,
Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.

Hiç unutamıyordu, buna rağmen o ânı
"Ben niçin boş çevirdim, o fakir müslümanı?"

Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine,
İlim tahsil eyledi, orada on beş sene.

Babası zengin olup, çoktu malı, parası,
Vefât edip tamâmen, ona kaldı mîrâsı.

Onu da fakirlere, dağıtarak bittamam,
Başladığı tahsîle, gece-gün etti devâm.

Ebû Hafs-ı Haddâd'dan, alıp tasavvuf dersi,
Vilâyet makâmında, yükseldi derecesi.

Buyurdu ki:"Allah'ı, hakkıyla sevmek için,
O'nun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.

Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.

Eğer ki meyl ederse, kalbin "Hak"tan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak hemen tedâvîye.

Dünyalık kimselerle, kurma hiç münâsebet,
"Allah adamları"yla, bulunmağa gayret et.

Onların her bakışı, "devâ"dır kalp derdine,
Şakî olmaz gidenler, onların sohbetine.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: EBÛ MUHAMMED RÂZÎ Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:42

EBÛ MUHAMMED RÂZÎ

Nişâbur'da yetişen büyük velîlerden. İsmiAbdullah bin Muhammed
er-Râzî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Şa'rânî ve Haddâd diye de tanınır.
Aslen Reyli olup, Nişâbur'da doğup büyüdü. Doğum târihi
bilinmemektedir. 964 (H.353) senesi Nişâbur'da vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Osman Hîrî'nin sohbetlerinde yetişip kemâle
geldi. Ebû Osman hazretleri Ebû Muhammed Râzî'nin yetişmesinde husûsî
ihtimâm gösterirdi.

Ebû MuhammedRâzî; Cüneyd-i Bağdâdî, Muhammed bin Fadl, Ruveym, Semnûn,
Yûsuf bin Hüseyin, Ebû AliCürcânî, Muhammed bin Hamid ve başka büyük
zâtlarla görüşüp sohbet etti. Fıkıh, hadîs ve diğer ilimlerde âlim idi.
Çok hadîs-i şerîf yazdı ve rivâyet etti. Sika, güvenilir bir râvi idi.
Bilhassa tasavvuf yolunun inceliklerini iyi bilirdi. Haram ve
şüphelilerden sakınmakta, hattâ şüpheli olmak korkusu ile mübahların
çoğunu terketmekte, nefse zor gelen şeyleri yapmakta çok dikkatli idi.

Talebeliğinde Muhammed Râzî, hocasıOsman Hîrî'nin, Muhammed bin Fadl
Belhî'yi medhettiğini işitmişti. Onu görme arzusuna düştü. Ziyâretine
gitti. Fakat zannettiği gibi bulmadı. Hocasına döndü. Hocası ona; "O
zâtı nasıl buldun?" deyince, o; "Zannettiğim gibi değil." diye cevap
verdi.Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdım! Sen onu küçümsedin. Bir kimse
bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!"
buyurdu. Abdullah Râzî hatâsını anlayıp geri döndü. Ondan çok
istifâdesi oldu.

Hikmetli sözleri pekçoktur.

Kendisine; "Dünyâ sevgisi nedir?" denildi. O; "Dünyâ, Allahü teâlâ ile senin aranda perde olan her şeydir." buyurdu.

Yine, şikâyet ve gönül darlığından suâl edildi. Buna da; "Şikâyet ve
gönül darlığı, mârifet azlığından Allahü teâlâyı tanımamaktan ileri
gelir." buyurdu.

Sohbetlerinde; "Bir kimse, İslâmiyetin emirlerine uyup uymadığını
anlamak istiyorsa, bu emir ve yasakları nefsine tatbik etsin. Eğer
emirleri yapmakta ve yasaklardan sakınmakta bir isteksizlik, gevşeklik
yoksa, bilsin ki İslâmiyete uymaktadır."

"Ahlâk, Allahü teâlânın sana ihsân ettiklerini büyük, senin O'nun rızâsı için yaptıklarını küçük görmendir."

"Allahü teâlâya yakınlık makâmına kavuşmak isteyen, nefsin arzuları ile
kendisi arasında, demir gibi kavî bir duvar bulundursun."

"Sabrın alâmeti, şikâyeti terk edip, musîbeti ve sıkıntıları gizlemektir."

"Devamlı ilimle meşgûl olmak, insanın ayıplarını anlamasına sebeb olur."

"İlim öğrenmek, ilmi ile amel etmek, amelini düzgün yapamadığını düşünüp korkmak, Allahü teâlâyı tanımanın alâmetlerindendir."

"Susmayı ganîmet saymayan kimse, ne kadar konuşursa konuşsun boşunadır." buyurdu.

Hocası, Osman Hîrî hazretlerini çok sever ve; "Pek çok evliyâ ile
görüşüp sohbet ettim. Lâkin Allahü teâlâyı tanımak husûsunda hocamdan
daha çok mârifet sâhibi birini görmedim." derdi.

Ebû Nasr Harrânî anlatır: Ebû Muhammed Râzî'ye bana bir duâ öğretmesini
ricâ ettim. Bana şöyle duâ etmemi söyledi: "Yâ Rabbî! Bize, seni
hakkıyla tanımayı, sana hakkıyla ibâdet edebilmeyi ihsân et. Bizi sana
yaklaştıracak şeyleri nasîb eyle. Bizlere hâlis tevekkül, hüsn-i zan,
dünyâ ve âhirette âfiyet ve iyilikler ihsân buyur."

TUHAF HÂLLER

Bu insanların hâli ne tuhaftır. Kusur işler, kusurlu olduklarını
bilirler, fakat bir türlü bu bozuk halden vazgeçmezler ve doğru yola
dönmezler. Böyle insanlar hakkında ne buyuruyorsunuz? diye soranlara;
"Bunlar öğrendikleri ilimler ile amel etmekle değil, o ilimler
kendilerinde bulunduğu için, öğünmekle meşgul oluyorlar. Hep zâhir ile
uğraşıyorlar ve bâtın edepleri ile meşgûl olmuyorlar. Allahü teâlâ
böylelerinin doğruyu ve hakkı gören basîret gözlerini kapatır. Böylece
âzâları da ibâdet yapamaz olur." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:43

ABDULLAH BİN MÜBÂREK

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh
Hanzalî Temîmî; künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi,
mücâhid ve zâhid idi. Tâbiînin, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve
sellem görenlerin sohbetinde yetişti. Din düşmanları ile muhârebelerde
bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet etmezdi. Emevî halîfelerinden
Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında Merv'de doğdu. 797
(H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît adlı yerde
vefât etti. Türk asıllıdır.

İlk tahsîlini, Merv'de yapan Abdullah ibni Mübârek tahsîl için Bağdâd,
Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam gibi ilim merkezlerine gitti. Bağdâd'da
büyük âlimler ve evliyâ ile görüştü. Onların ders ve sohbetlerinden
faydalandı. Hammâd bin Zeyd, Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne,
Mâlik bin Enes gibi âlimlerden hadîs-i şerîf okudu. Dört bin kişiden
hadîs-i şerîf dinledi. Bunlardan yalnız birinden hadîs-i şerîf rivâyet
etti. Kendisinden de büyük âlimler rivâyette bulundular. Hocalarının
önde gelenleri arasında İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh de
vardı. Fıkıh ilmini ondan öğrendi. İmâm-ı A'zam vefât edince, İmâm-ı
Mâlik'in derslerine devam etti ve ilimde yüksek bir dereceye ulaştı.

İlim tahsîlinden sonra tekrar Merv'e döndü. İlmi, edebi çok olup, az
konuşmak âdeti idi. Geceleri ibâdet ile geçirirdi. Sözü senetti.
Emânete pek riâyet ederdi. Şam'da birinden aldığı kalemi unutup
veremeden Merv'e gelmişti. Kalemi sâhibine vermek için Merv'den tekrar
Şam'a gitti. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile onları gören
Tâbiînin hâllerini anlatan eserleri okurken çok ağlar kendinden
geçerdi. Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem görüp
sohbetlerinde bulunma şerefine kavuştukları için Eshâb-ı kirâmın
üstünlüğünü anlatır ve:

"Muâviye'nin radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanında giderken, bindiği
atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ üstündür."
buyururdu.

Evinde hadîs-i şerîflerle çok meşgûl olduğundan; "Yalnızlıktan rahatsız
olmuyor musun?" diye sorulduğunda; "Peygamber efendimiz ve Eshâbı
radıyallahü anhüm ile berâber olunca insan hiç yalnızlık duyar mı?"
karşılığını verirdi.

Merv'de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere
dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet'i yaymak için cihâda, düşmanla harbe
giderdi. O,
medresede müderris, hoca; câmide vâiz, şehirde tüccâr; harbde büyük bir
kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir eser
yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi.


Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı.
Abbâsî ordusu sessiz, sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus'un kuzeyinde
karargâh kurmuştu. Tarsus'un sırtlarında İslâm ve Bizans orduları
görünüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri
göklere yükselen ateşler yakmışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin
etrafında tepeden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar,
ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders
anlatıyordu. Kimse vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü
kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler.

Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu
karşı karşıya geldi. Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı
zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı. Döğüşmek için
müslümanlardan er istedi. Müslüman saflarından bir kahraman onun
karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların gayretine
dokundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu. Sonra birkaç er
daha şehîdlik şerbetini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları
yükselirken, müslüman ordusunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı
çınlatıyordu. Bu sırada müslüman askerlerin arasından, atının üzerinde
heybetli birinin meydana çıktığı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü.
Fakat kimse tanımıyordu. Rum'un karşısında dimdik durdu. Herkes son
derece heyecanlı idi.Çarpışma başladığı gibi, çevik bir hareketle
kılıcını Rum'un göğsüne sapladı. Müslüman saflarında tekbîr sadâları
yükseliyordu. Rum tarafı ise şaşkına döndü. İkinci çıkan er de
birincinin âkibetine uğradı. Sonra birkaç kişiyi daha öldürdü.
Müslümanlar son derece sevinçliydi. Müslüman er yerine dönünce bu
kahramanın Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret
ettiler.

Seferde bile ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:

Seferde bir gece, Abdullah bin Mübârek (r.aleyh) istirâhate çekilmişti.
Ben de mızrağıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı
ve fecr vaktine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi.
Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu anlayınca, hayâsından yüzü
kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.

İbn-i Hibbân ise şöyle anlatır:

Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam'a varmıştık. Orada halkın
ibâdetini, gazâya hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî
birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübârek; "Bu güzel haller
ile Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık."
buyurdu.

Misis'teki ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı.
Misis'te, ikindi namazında Cumâ Mescidi'ne gelir, güneş batıncaya kadar
kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın zikriyle, meşgûl olur, kimseyle
konuşmazdı. "Kim gündüzünü Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün
gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.

Misis nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki
talebesi Abde bin Süleymân'a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir,
üstelik ona para da verirdi.

Pekçok kez hacca gitti.

Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin
diğerine; "Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu. Öbür melek;
"Altı yüz bin kişi." dedi. "Peki kaç kişinin haccı kabûl edildi?" O da;
"Bunlardan hiç birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi.

Abdullah bin Mübârek buyurdu ki:

Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:

"Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her
tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük
sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?"

Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak
adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi.
Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da
hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.

Abdullah bin Mübârek şöyle anlatıyor:

Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!"
dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince,
o zâtın evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı.
Adını sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin
Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm
rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile
berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl edildiğini de haber
vererek; "Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat." dedim. O da
anlattı:

Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu
ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu
sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek
kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu
bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu
yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey
yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş
vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça
kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."

Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri
getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!"
dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine; "Allahü teâlâ, doğru rüyâ
gösterdi." buyurdu.

Abdullah bin Mübârek hazretleri çok mütevâziydi. Doğru ve güzel sözü, bir çobandan bile duysa kıymet verirdi.

Cömert idi. Arkadaşlarına ve muhtaçlara para vererek yardımlarına
koşardı. Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Fudayl bin İyâd, İbn-i
Semmâk, Mesrûk gibi zâtlara çok ihsânı vardı.

Bir sene hacca giderken bir çöplüğün yanından geçiyorlardı. Orada
yerden ölü kuşu alan bir kızcağız gördü. Ona hâlini sordu. O da;
"Benden başka bir de kardeşim var. Yoksuluz, bir şeyimiz yok. Üç gündür
açız. Biz zengindik. Babamızın malı vardı. Zulm ve haksızlıkla malını
alıp öldürdüler. Gördüğünüz gibi muhtaç hâle düştük." dedi. Gözleri
yaşaran Abdullah bin Mübârek hazretleri yanındaki bin altından 40'ını
memlekete dönmek için ayırdı, kalanının o kızcağızın âilesine
verilmesini emrederek; "Geri dönüyoruz bu seneki haccımız bu olsun."
buyurup, geri döndü.

Abdullah bin Mübârek misâfirperverdi. Canının istediği bir şeyi
misafirsiz yemezdi. Sebebini sorduklarında; "Kıyâmet günü misafir ile
yenenden sual olunmayacağını duydum da ondan." diye cevap verirdi. Onun
çok ikrâmda bulunduğunu gören birisi; "Malınız azalıyor, misâfire ikrâm
işini biraz azaltsanız?" dediğinde; "Mal azalıyorsa, ömür de bitiyor."
buyurdu.

İnsanların iyiliğini isterdi. Yanına sık sık gelen kötü huylu bir kimse
birgün ondan ayrıldı, gelmez oldu. Bunun ayrılmasına çok üzüldü; "Niçin
üzülüyorsun?" dediklerinde; "O zavallı gitti. O kötü huylar kendinden
ayrılmadı. Onun haline üzülüyorum. Bizim yanımızda bir müddet daha
kalsaydı ahlâkı düzelebilirdi." dedi.

Gördüklerinden ibret alırdı. Soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında
giderken, sırtında yalnız bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir
köleye rastladı. Ona; "Efendine söylesen de sana bir palto alsa olmaz
mı?" dedi. Köle; "Efendime ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve
biliyor." deyince, Abdullah bin Mübârek hazretleri feryâd edip yere
düştü. Kendine geldiğinde; "Sabrı ve kanâatı bu köleden öğreniniz."
buyurdu.

Firâset sâhibiydi. Söylenen sözlerin inceliğine hemen vâkıf olurdu.
Sehl bin Ali bin Abdullah Mervezî, Abdullah bin Mübârek'in derslerine
devâm ederdi. Bir gün; "Artık senin dersine gelmeyeceğim. Çünkü, bugün
gelirken, senin kızların dama çıkmış, beni çağırıyorlardı. Benim
Sehl'im, benim Sehl'im diyorlardı. Bunların terbiyesini vermiyor
musun?" dedi. Abdullah bin Mübârek, o gece talebesini toplayıp;
"Sehl'in cenâze namazına gidelim." dedi. Gidip, vefât etmiş buldular.
"Vefâtını nereden anladın?" dediklerinde; "Benim hiç câriyem yok. O
gördükleri Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet'e çağırıyorlardı." dedi.

Din gayreti çoktu. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edilmesine hiç
tahammülü yoktu. Kendisi şöyle anlatır: "Bir ateşperest ile
çalışıyorduk. Namaz vakti gelince ondan, namaz kılarken, bana zarar
vermeyeceğine dâir söz aldım. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir
namaz kıldım. Sonra ateşperest şahsın ibâdet zamânı geldi. Şimdi sıra
bende, ben ibâdet ederken, sen de zarar vermeyeceğine dâir söz ver
deyince, rahatça ibadet edebileceğini bildirdim.

Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, sözümde duramadım
ve üzerine atıldım. O anda; "Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir!"
diye bir ses duydum ve hemen geri çekildim. Ateşperest ibâdetini
bitirince; "Evvelâ hücûm ettin. Sonra niye vazgeçtin?" diye sordu. "Ben
Allah'tan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım.
Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda; "Söz verdiğin zaman, ahdini
yerine getir!" diyen bir ses, beni bu işten alıkoydu." dedim. Bunun
üzerine ateşperest; "Rab, senin rabbindir! Kendi düşmanı için, dostunu
bile azarlıyor! İşte huzûrunda müslüman oluyorum." diyerek Kelime-i
şehâdet getirdi.

Abdullah bin Mübârek hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Muhtâc
olanlar, ondan duâ isterlerdi. Bir gün bir âmâ gelip; "Bana duâ buyurun
da, Allahü teâlâ gözlerime görme kuvveti versin!" dedi. Bunun üzerine
Allahü teâlâya yalvarıp duâ eyleyince derhal gözleri görmeye başladı.

Her işi ilmine uygundu. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem
ilmine tam vâristi. Sünnete uyar, bid'atten ve bid'at ehlinden nefret
ederdi. Böyle kimselerle oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi.
Zararını anlatır ve münâfıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi.

Horasan âlimlerinden Abdullah bin Ömer Serahbî şöyle buyurdu: "Bir
keresinde bid'at ehliyle oturup yemek yedim. Abdullah bin Mübârek
bundan haberdâr olunca, bana; "Seninle otuz gün konuşmayacağım." dedi
ve öyle yaptı.

Başkasında gördüğü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalışırdı.
Huzûrunda birisi aksırdı ve "Elhamdülillah" demeyi unuttu. O kimseye,
suâl sorar bir edâ ile; "Aksıranın ne demesi îcâb eder efendim?" dedi.
O cevâben; "Elhamdülillah." deyince, Abdullah bin Mübârek de;
"Yerhamükellah." buyurdu. Bu rivâyeti bildiren Muhammed bin Cemîl; "Bu
edebli hareket bizi şaşırttı. Bu edebe hayrân olduk." demektedir.

Buyururdu ki:

"Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâcız."

"Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır."

"Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı hafife alanların dünyâsı, dostlarını hafife alanların mürüvveti yıkılır."

"Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır."

"Sâlih kimselerden olmadığım hâlde, sâlihleri severim. Kötü kimselerden daha aşağı olduğum halde, kötüleri sevmem."

"Eğer gıybet etseydim, anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevâblarımın onlara verilmesi daha hayırlı olur."

"Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz.
Sünnetleri yapmakta gevşek davranmak, farzların yapılmasını
zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da mârifete, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşamaz."


Birisine; "Allahü teâlâyı murâkabe et!" dedi. O kişi; "Bu nasıl olur?" deyince; "Allahü teâlâyı görür gibi ol." buyurdu.

"İnsan; nefs, şeytan, münâfık gibi üç düşmanla karşı karşıyadır ve bunlardan kurtulmak çok güçtür."

"Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş kimsede hayır yoktur."

"İlmin evveli niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhâfaza, sonra da yaymaktır."

"Nefsini bilen Rabbini bilir." hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir."

"Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür."

"Kim ilmi ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkar.
Günahtan korkan ondan kaçar. Ondan kaçan ise kıyâmet günü hesaptan
kurtulur."

"Şüpheli bir kuruşu geri vermeyi, binlerce lira sadaka dağıtmaktan daha fazla severim."

"Din kardeşimin bir ihtiyâcını görmem, bir sene nâfile ibâdet etmemden daha önemlidir."

"İnsanların en alçağı kimdir?" diye sorulunca; "Din kisvesi altında dünyâ menfaati sağlayandır." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:44

"İlimde cimrilik yapan kişiye Allahü teâlâ üç belâ verir: Ya ölür, ilmi
gider. Yâhud unutur veya kendine ilmi unutturacak kimse ile dostluk
kurar, öylece ilmi gider."



"Ben, peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu
zannetmiyorum. Âlimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onun ile
meşgûl olur, okuyamaz. Onun ihtiyâcını giderip, okumasını sağlamak daha
makbûldür."



"İnsandaki en üstün haslet hangisidir?" diye sorulunca; "Kâmil akıl."
buyurdu. "Eğer o yoksa?" dediler. "Güzel edebdir." buyurdu. "O da
yoksa?" dediler. "Kendisiyle istişâre edilecek şefkatli bir kardeş."
buyurdu. "O da yoksa?" "Devamlı sükût." buyurdu. "O da bulunmazsa?"
dediklerinde; "Ölmek." buyurdu.



"Şu dört cümle, dört bin hadîs-i şerîften seçilmiştir; kadına
güvenme, mala aldanma, mîdeni fazlaca doldurma, işine yarıyacak kadar
ilim öğren."




"Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram
kıldığı şeylerden uzak durması ve dünyâya gönül bağlamamasıdır."



"Dünyâ sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir."



"Allahü teâlâya isyân ederken, O'nu sevdiğini açıklarsın. Bu ise
kıyasta acâibdir. Eğer sevgin doğru olsaydı, O'na itâat ederdin; çünkü
seven, sevdiğine itâat eder."



"Güzel ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?" diye sorduklarında; "Kızmamaktır." buyurdu.



Abdullah bin Mübârek vefâtı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere
verdi. Hizmetinde bulunan bir talebesi; "Efendim, mâlûmunuz üç
çocuğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak mısınız?" deyince:



"Onları Allahü teâlâya emânet ediyorum. O, en iyi vekildir. Eğer
çocuklarım, sâlih olursa, cenâb-ı Hak, hiç ummadıkları yerden
rızıklandırır. Yok, fâsık olurlarsa, malımın kötü insanlara kalmasını
istemem." buyurdu.



Vefâtı ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; "Amel edenler, bu ebedî nîmete kavuşmak için çalışsınlar." (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerîmesini okudu.



Abdullah bin Mübârek vefâtı esnâsında, âzâdlı kölesi olan Nasr'a;
"Başımı toprağa koy!" dedi. Nasr ağladı. "Niçin ağlıyorsun?" deyince;
"Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü görüp
ağlıyorum." dedi. İbn-i Mübârek; "Ağlama. Zîrâ ben, Allahü teâlâdan
zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen,
bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu terk
etme." buyurdu.



Fudayl bin Iyâd'ın oğlu Muhammed şöyle anlattı:



Abdullah bin Mübârek'i rüyâmda gördüm. Ona; "En üstün amel nedir?"
dedim. "İçinde bulunduğundur." buyurdu. "Hudud boylarında beklemek de
cihâd mıdır?" dedim. "Evet." buyurdu. "Allahü teâlâ sana ne muâmele
yaptı?" dedim. "Beni sonsuz mağfireti ile mağfiret edip, izzet ve
ikrâmlarda bulundu" dedi.



Misisli İsmâil ibni İbrâhim anlatır:



Hâris bin Atiyye'yi rüyâda görüp ona hâlini sordum; "Rabbim beni
mağfiret etti." dedi. "Abdullah bin Mübârek nerededir?" dedim. "O, her
gün Allahü teâlânın huzûruna çıkanlardandır." dedi.



Nevfel anlatır:



"Abdullah bin Mübârek'i rüyâda gördüm ve; "Rabbin sana ne muâmele
yaptı?" dedim. O da; "Beni mağfiret etti." buyurdu. "Süfyân-ı Sevrî'ye
ne yaptı?" dedim. "O, şehîdlerin içinde yüksek derecelerindedir."
buyurdu.



Buyurdu ki:



"Ölümden sonrası için ölmeden önce hazırlık yap"



"Kişi için en güzel süs; sükût, doğruluk ve vakârdır."



"Allahü teâlâdan korkan kimselerle berâber ol. Bid'at sâhipleriyle oturmaktan sakın!"



"Bir kimsenin çoluğu-çocuğu, olup, onların ihtiyâcı için çalışsa,
geceleri kalkıp üzerleri açık olarak gördüğü evlâdının üzerlerini
yorganları ile örtse, onun bu çeşit işleri gazâ ve cihaddân daha
üstündür."



Büyük âlimler onu methetmiştir.



İbn-i İshâk şöyle dedi: "Ben, Sahâbe-i kirâm ile Abdullah bin
Mübârek'in işlerine, hâllerine dikkat ettim. Onların aynı idi. Yalnız,
Eshâb-ı kirâmın (r. anhüm) üstünlükleri, Peygamber efendimizin eşsiz
sohbetlerinde bulunmaktan ileri geliyordu."



Fudayl bin İyâd: "Onu sevmemin asıl sebebi Allahü teâlâdan çok korkmasıdır."



Abdullah bin Mus'ab: "Hadîs ve fıkıh ilmini, Arap edebiyâtını iyi
bilen, şecâatı, ticâreti, cömertliği ve yanında olmadıkları zaman da,
arkadaşlarına muhabbeti kendisinde toplamış mümtâz bir zât idi."



Eserleri:



1) Kitab-üz-Zühd ver-Rekâik: Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn'in ibâdet,
tevekkül, tevâzû ve kanâata dâir sözlerinden meydana gelmiştir. 2) Kitâb-ül-Cihâd: Cihad ile ilgili hadîs-i şerîfleri ihtivâ eder. Keşf-üz-Zunûn'dabu ikisinin onun ilk eserleri olduğu zikredilmektedir. 3) Müsned, 4) Kitab-ül-Birri-Ves-Sıla, 5) Kitâb-üt-Tefsîr, 6) Kitabüt-Târîh, 7) Es-Sünen fil Fıkh.



ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?



Bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü.
Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü
teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine;
"Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip,
çocuğun yanına geldi ve:



-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.



Çocuk:



-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.



-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?



-Bu koyunlarımla.



-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?



-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek,
kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım
ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı
kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya
kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü
teâlâyı, böylece bildim



-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?



-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.



-Böyle olduğunu nasıl bildin?



-Yine bu koyunlardan.



-Nasıl?



-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve
tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler,
ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse,
Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin
Mübârek:



-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.



Çocuk:



-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.



-Peki başka ne öğrenmişsin?



-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.



-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.



-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti
yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde
yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak
olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun
ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile
getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak
olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu
kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi
yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.



Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:



-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.



-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı
için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için
öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.



KIZIMI KİME VEREYİM?



Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin,
makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu
zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki
ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi,
Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel
olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı.
Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?"
demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını
bilmiyorum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır
bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun."
diye çıkıştı. Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu
biliyordu. Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden
bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp
yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.



Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu
hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve
hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye
söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok
kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu
hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu
söze karşı şöyle dedi:



"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa;
yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan
sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık
bunlardan dilediğini seç."



Bunun üzerine efendisi:



"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek
istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal,
emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.



O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca
evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını
bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk
eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ
sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin
ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım."
cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince,
kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi.
Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat
Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile
anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin,
aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı
nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine
kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?"
demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:



"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize
nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey
yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona
helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir.
Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.



Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece
dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:44

ABDULLAH-I ŞÜTTÂRÎ

Hindistan evliyâsından. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Büyük
âlim Şihâbüddîn Sühreverdî'nin torunlarındandır. Hayatı hakkında fazla
bilgi yoktur. İlim tahsîline başladıktan sonra Hemedâniyye tarîkatını
Ali Hemedânî'den, Kâdiriyye tarîkatini ise Şeyh Abdülvehhâb'dan
öğrendi. Daha sonra Tayfûriyye tarîkati şeyhlerinden Muhammed Ârif'in
sohbetlerine devâm ederek, talebesi oldu.

Abdullah-ı Şüttârî nefsinin isteklerini yapmamakta çok azimli
olduğundan hocası tarafından "Şüttâr" lakabı verildi. Şeyh Muhammed
Ârif, tasavvuf yolunda iyi bir şekilde yetişen Abdullah-ı Şüttârî'yi;
icâzet, diploma vererek, halka doğru yolu göstermesi için Hindistan'a
gönderdi ve; "Vardığın yerde şeyhlik yapanlara şöyle söyle: "Sâhib
olduğunuz ilimden beni faydalandırınız. Bu hususta bana cömerdlik
ediniz. Eğer bana verecek bir şeyiniz yoksa, ben sâhib olduğum ilmi
sizden esirgemem." buyurdu.

Hindistan'a gitmek üzere yola çıkan Abdullah-ı Şüttârî ilk olarak
Bankipûr şehrine uğradı. Burada yaşayan velî zâtlardan Şeyh Mahdûm
Hüsâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Şâh Seyyid bir yerde oturmuş sohbet
ediyorlardı. Abdullah-ı Şüttârî'nin geldiğini duyunca, Şeyh
Hüsâmeddîn;"Şeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduğumuzdan
onu ziyârete gitmemiz münâsib olanıdır." dedi ve yola çıktılar. Onların
geldiğini haber alan Şüttârî misâfirlerini çadırın dışına çıkıp
karşıladı. Şeyh Abdullah onlara; "Bana bir şey lutfedin, ben Hakkın
tâlibiyim. Yoksa ben hocalarımdan öğrendiklerimi size anlatmaya
hazırım." dedi. Şeyh Hüsâmeddîn tam bir tevâzû ile; "Bir şeyim yok ki,
bu hususta sana bir şey vereyim. Hocalarımdan öğrendiklerimin henüz
mütâlaasını bitirmedim. Fakat sizden bir şeyler öğrenmek isterim."
dedi. Bunun üzerine Abdullah-ı Şüttârî; "Elhamdülillah Hindistan'da
kâmil bir ârif gördüm." dedi.

Abdullah-ı Şüttârî, daha sonra yoluna devâm ederek Canpûr şehrine
gitti. Orada meşhûr oldu. Devlet ricâli ve birçok ilim tâliplisi
sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı Şüttârî'nin bir kösü, büyük davulu
vardı. Ona vurup; "Hakkı, talep eden, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
isteyen var mı gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim." diye
seslenirdi. Mecliste oturduğu zaman etrafına bakındıktan sonra; "Burada
ilim talebesi olan, kalbi şüphelilerle dolu kimseler var. Bir şeyler
anlatmak için, inanmak lazımdır. Bu olmadan olmaz." buyururdu.

Bir gün Sultan İbrâhim Şarkî, Abdullah-ı Şüttârî'nin huzuruna geldi ve;
"Duyduğuma göre siz Hakk'a çağırma, Hakk'a ulaşmak için rehberlik
dâvâsında bulunuyormuşsunuz? Niçin bana da bir şey göstermiyorsunuz?"
diye sorunca; "Allahü teâlâ herkesi bir iş için yaratmıştır. Siz
saltanat, idârecilik işleri ile uğraşınız. Halkın fayda görmesi size
bağlıdır." dedi. Bunun üzerine Sultan; "Başka birine tasarrufta
bulunun." deyince, Şeyh Abdullah; "Kabûl edecek cevher lazımdır." dedi.
Sultan; "Burada bu kadar insan var. İçlerinden birinde de mi bu cevher
yok?" diye sorunca Abdullah-ı Şüttârî'yi bir hâl kapladı. Sultanın
arkasında duran bir gence teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra
bu genç bütün işini bırakıp Abdullah-ı Şüttârî'ye talebe oldu.

Abdullah-ı Şüttârî daha sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultanı
başşehir Mend'de ona bir ev tahsis etti. Burada sakin ve sessiz bir
şekilde halkı Allahü teâlânın emirlerine uyma ve yasaklarından
sakınmaya dâvet etti.

Talebe olmak için birisi huzuruna gelince akıl ve uyanıklık bakımından
derecesini ölçmek için ona katıklı ekmek gönderir, ekmeği katıkla
beraber mi yiyor, yoksa birisi kalıyor mu diye tâkib için de birini
vazîfelendirirdi. Eğer beraber yediği görülürse, bunu onun firâset ve
akıllılığına, uyanıklılığına işâret sayar, ona kalb ile yapacağı
vazîfeler verirdi. Yok, birini yiyip, diğerini bıraktığı görülürse,
onun bu işte kuvvetinin azlığına işâret sayarak zâhirle alâkalı kolay
yapabileceği vazîfeler verirdi.

İnsanları Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya çağıran bir rehber olan Abdull
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:45

ABDULLAH TERCÜMÂN

Büyük âlim ve evliyâ. Onbeşinci asırda yaşamıştır. Kabri
Tunus'tadır. Akdeniz'de bulunan Balear adalarının büyüğü olan Mayorka
Adasında hıristiyan bir âilenin tek çocuğuydu. Tahsil yaşı gelince
Nebuniye şehrinin en meşhur papazı olan Nikola Nertil'in yanında
yetişti. İncil'i ezberledi. Hocası olan papazın yol göstermesi ile
Tunus'a gitti ve orada müslüman oldu. Arapça'yı öğrenip İslâm
ilimlerinde yetişti. Hıristiyanlığın iç yüzünü ve nasıl bozulduğunu
anlattığı Tuhfet-ül-Erîb adlı eserini yazdı. 1420 yılında
tamamlanıp 1873 yılında Londra'da ilk baskısı yapılan bu kitap 1981
yılında da İstanbul'da İhlâs Vakfı tarafından bastırıldı. Eser Hacı
Zihni Efendi tarafından Türkçeye tercüme edildi ve Osmanlıca baskıları
yapıldı. El yazması Berlin Kütüphanesindedir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:46

ABDULLAH İBNİ VEHB

Mısır'da yetişen âlim ve velîlerden. İsmi Abdullah bin Vehb
el-Fihrî, künyesi Ebû Muhammed'dir. 742 (H.125) senesinde doğdu. 812
(H.197) senesinde vefât etti. Fıkıh ve hadîs ilminde güvenilir ve
fazîlet sâhibi bir zât idi.

Abdullah ibni Vehb, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. İlim öğrendiği
hocalarının sayısı üç yüz yetmiş civarındadır. Bunların en meşhurları
İmâm-ı Mâlik, Havye bin Şüreyh, Saîd bin Ebî Eyyûb, Leys bin Sa'd,
Süleymân bin Bilâl, İbn-i Cüreyc, Süfyân-ı Sevrî veSüfyân bin Uyeyne
hazretleri gibi büyüklerdir. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin derslerinde
kemâle gelip olgunlaştı. İmâm-ı Mâlik, Abdullah bin Vehb'e yazdığı
mektuplarında; "Mısır'ın fakihi (fıkıh âlimi) Ebû Muhammed Müftî" diye
hitâb ederdi. Bundan başkasına fakîh diye hitâb etmez ve yazmazdı.
Abdullah bin Vehb'e ayrıca "Dîvân-ül ilm" yâni İlmin kütüphânesi
denilmiştir. Hadîs-i şerîf ilminde hâfız, yüz bin hadîs-i şerîfi,
râvileri ile birlikte ezbere bilen ünvânı verildi. Kendisinden rivâyet
edilen hadîs-i şerîflerin sayısı yüz bin civârındadır. İmâm-ı Mâlik'in
talebelerinden, hocası tarafından en çok sevilen ve sünneti en iyi
bilen olduğu rivâyet edilmektedir. Ahmed bin Sâlih; "İbn-i Vehb'den
daha fazla hadîs-i şerîf rivâyet eden birini tanımıyorum." dedi.

Hazret-i Abdullah bin Vehb, fıkıh ilminde de çok yüksek idi. Bu yüzden,
kendisi için; "Hadîs ilmi ile fıkıh ilmini cem' eden." buyruldu. Bir
defâsında, İmâm-ı Mâlik'in huzurunda, İbn-i Kâsım ile İbn-i Vehb'den
bahsediliyordu. İmâm-ı Mâlik; "İbn-i Vehb bütün ilimlerde âlimdir.
İbn-i Kâsım ise sadece fakîhdir." buyurdu.

Medîne ahâlisi bir meselede ihtilaf ettikleri vakit, İbn-i Vehb'in
gelmesini beklerler, geldiği zaman ihtilaf ettikleri meseleyi kendisine
arzedip verdiği fetvâyı kabûl ederlerdi.

Abdullah ibni Vehb buyurdu ki: "Allahü teâlâ beni, İmâm-ı Mâlik ve Leys
bin Sa'd vesîlesi ile dalâlete düşmekten kurtardı." "Bu nasıl oldu?"
diye sordular. "Ben hadîs-i şerîfleri toplamakla meşgûl iken, bana
ulaşan çeşitli rivâyetler karşısında şaşırıp kalmıştım. Ne zaman ki,
İmâm-ı Mâlik ve Leys bin Sa'd hazretleri ile karşılaştım. Onlar beni,
şu rivâyeti al, şunları alma. Bu hadîs-i şerîfin mânâsı şudur. Şunun
mânâsı şöyledir, diye îkâz ettiler. Böylece şaşırmaktan ve dalâlete
düşmekten kurtuldum." buyurdu.

Bir defâ, zamanın halîfesi, kendisine mektup yazıp, kâdı olması için
teklifte bulundu ise de, mesûliyetinin çok ağır olması sebebiyle kabûl
etmedi. "Niçin kabûl etmiyorsunuz? Allahü teâlânın kitâbı,
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünneti ile hüküm
verirsiniz." diyenlere; "Bilmiyor musunuz? Kıyâmet günü âlimler
peygamberler ile ve kâdılar sultanlar ile berâber haşr olunacaklar,
berâber diriltilecekler." buyurdu.

Öğrendiği ilmi başkalarına da öğretti. Bu şekilde yetiştirdiği
talebelerin en meşhurları arasında kardeşinin oğlu, Ahmed bin Yûsuf
et-Tenîsî, Ahmed bin Sâlih el-Mısrî, İbrâhim bin Münzir, Yahyâ bin
el-Mekâbirî bulunmaktadır.

Yahyâ bin Bekir diyor ki: "Hazret-i Abdullah ibni Vehb'in ömrünün üçte
biri, kendi nefsini terbiye ve hesâba çekmekle, üçte biri ilim
öğretmekle ve üçte biri de hacca gidip gelmekle geçmiştir."

Otuz altı defâ hac ettiği rivâyet edilmektedir.

İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'e İbn-i Vehb hakkında sordular. Buyurdu ki: "İbn-i Vehb akıllı, din ve sâlih ameller sâhibidir."

Abdullah ibni Vehb hazretleri bir gün bir kimsenin; "(Kâfirler) (Cehennem) ateşinin
içinde birbirleriyle çekişirlerken, zayıf olanlar, o büyüklük
taslıyanlara; "Biz size uymuştuk, şimdi ateşin birazını bizden
savabilir misiniz?" derler."
(Mü'min sûresi: 47) âyet-i kerîmesini okuduğunu işitti. Titremeye başladı ve uzun müddet kendisine gelemedi.

Bir gün talebeleri kendisine; "Korktuğumuzdan emin olmak için ne
yapalım?" dediler. O zaman onlara Peygamber efendimizin şu hadîs-i
şerîfini okudu:

"Biriniz bir yere indiği zaman, (Eûzü bi-kelimâtillahittâmmâti min
şerri mâ haleka) desin. Çünkü oradan gidinceye kadar hiç bir şey ona
zarar ve kötülük yapmaz."


Yine kendisinden; duânın kabûl edilmesi, hayır ve misâfire ikrâmdan soruldu. O zaman şu hadîs-i şerîfleri okudu:

"Kul günâh veya kat'-ı rahm (sılayı rahmi terk) dâvâsında bulunmadıkça ve acele etmedikçe duâsı kabul edilir." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah, acele etmek nedir?" diye sorunca; "Duâ ettim de kabul edildiğini görmedim der ve o anda vaz geçerek duâyı bırakır." buyurdular.

Bir kimse Peygamber efendimize suâl edip "Müslümanların hangisi daha
hayırlıdır?" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Elinden ve dilinden müslümanların emîn olduğu kimsedir." buyurdu.

"Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ederse ya hayır
işlesin, yahud sussun. Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ederse,
komşusuna ikrâm etsin. Her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ederse,
misâfirine ikrâm etsin."


Bir gün huzurunda kendisinin telif ettiği Kitabu Ahvâl-il Kıyâme
isimli eserinden, kıyâmet hallerine ait mevzular okunuyordu. Kitap
bittiğinde, benzi sararmış, yüzünün kanı çekilmişti. Bundan sonra hiç
konuşamadı ve birkaç gün sonra vefât etti.

Abdullah ibni Vehb'in son sohbetindeki nasîhati; "Kişinin beğendiği
şeyi başkası için de beğenmesi güzel olur. Kendisine faydası olmayanın
başkasına faydası olmaz." şeklinde idi.

Abdullah ibni Vehb hazretleri İmâm-ı Mâlik'den duyduğu hadîs-i
şerîfleri, eserleri (Eshâb-ı kirâmdan nakledilen sözleri), edeb ve
terbiye ile alâkalı meseleleri toplayıp El-Mücâlesât adında bir kitap meydana getirdi. Ayrıca, hadîs ilmine dâir El-Câmi adlı iki cildlik eseri ve yine Muvatta-ı Sagîr, Muvatta-ı Kebîr, Kitâbu Ahvâl-il-Kıyâme ve Tefsir-ul Kur'ân adlı eserleri vardır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:46

ABDULLAH YÂFİÎ

On dördüncü asırda Yemen'de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh
âlimlerinden ve evliyâdan. İsmi, Abdullah bin Es'ad bin Ali bin
Süleymân bin Fellâh'tır. Yâfiî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Künyesi Ebû
Muhammed, Ebü'l-Berekât lakabı Afîfüddîn'dir. Kutb-i Mekke diye de
bilinir. 1298 (H.698) senesinde Aden şehrinde doğdu, 1367 (H.768)'de
Mekke'de vefât etti. Mualla kabristanındadır.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdullah Yâfiî önce Kur'ân-ı kerîm
okumayı öğrendi. Yemen'de AllâmeEbû Abdurrahmân Muhammed bin Ahmed
ez-Züheynî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Başşalî ve Aden Kâdısı
Şerefüddîn Ahmed bin Ali el-Harrâzî'den aklî ve naklî ilimleri tahsîl
etti. Bir zaman ilmi bırakıp hep ibâdet ve tasavvufla meşgûl olmak
istedi. Bu düşüncesi ziyâdesiyle ilerlediğinden üzüntü ve keder hâlini
aldı. Bu arada o zamâna kadar eline almadığı bir kitaptan bir yer açıp;

Üzüntülerini at, işini kazaya bırak
Bâzan darlık açılır, bâzan dar olur fezâ


Sıkıntının ardından bakarsın gelir rızâ
Bir hâlle sevinirsin, mâziyi unutturur.
Allah dilediğini yapar, sakın sen yüz döndürme.


mısralarını okuyunca, üstüne bir rahatlık çöktü. Allahü teâlâ kalbine
ilme karşı bir meyil ihsân etti. 1313 senesinde hac için Mekke-i
mükerremeye gitti. Şeyh Ali et-Tavâşî ile görüşüp meclis ve
sohbetlerine katıldı. Ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. İlimde
ve tasavvufda yüksek derece sâhibi oldu. Tarîkat silsilesi birkaç
koldan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine ulaşır.

Mekke-i mükerremeye yerleşip evlendi ve başka âlimlerin derslerini dinledi. Fakîh Necmeddîn et-Taberî'den Hâvi kitabını okudu. Hadîs ilmini Radıyüddîn Taberî'den öğrendi. Sonra Mekke'den ayrılarak on sene insanlardan uzak yaşadı.

1333 senesinde Kudüs'e gitti ve İbrâhim aleyhisselâmın makâmını ziyâret
etti. Oradan Şam'a, sonra da Mısır'a giderek İmâm-ı Şâfiî hazretleri ve
Zünnûn-i Mısrî'nin kabirlerini ziyâret etti. Karafe denilen yerde
Hüseyn el-Câkî ve Şeyh Abdullah el-Menûfî'nin sohbetlerinde bulundu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecelerine ulaştı.

Sâlih kimselerden biri Resûlullah efendimizi rüyâsında gördü.
Resûlullah efendimiz Abdullah Yâfiî'nin ağzına tâze hurma koyuyordu.
Resûl-i ekremin yanında hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer de vardı.
Onlara ise olgun hurma ikrâm ediyordu. Bu rüyâyı gören sâlih kimse,
sabahleyin Abdullah Yâfiî'nin meclisine gidip rüyâsını anlatmak istedi.
Huzûrunda büyük kalabalık vardı. Oradakilerden biri; "Yaş hurma ile
Şeyh temyiz edildi." dedi. Orada bulunanlardan fakir bir kimse de; "Ey
Abdullah! Korku ile ümid arasında olduğundan Resûl-i ekrem sana tâze
hurma verdi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in îmânları kuvvetli
olduğundan, Server-i âlem onlara tam olgunlaşmış hurma ikrâm etti."
dedi. Abdullah Yâfiî'nin meclisinde bulunanlar böyle olursa Yâfiî
hazretlerinin derecesini düşünmelidir.

İmâm-ı Yâfiî hazretleri bir sohbetinde buyurdu ki:

"Mevtâları iyi veya kötü hâlde görmek, cenâb-ı Hakk'ın bâzı kullarına
ihsân ettiği bir keşf ve kerâmettir. Dirilere müjde vermek, onlara
doğru yolu göstermek veya ölüler için hayırlı bir iş yapılmasına,
borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek, daha çok
rüyâda olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ ve hâl
sâhipleri için kerâmettir."

"Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Ölülerin illiyyîndeki veya
siccîndeki rûhları, arasıra, yâni Allahü teâlâ dileyince,
mezarlarındaki cesedlerine iâde olunurlar. En çok Cumâ geceleri böyle
olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar,
nîmetlere kavuşur. Azap görecekler, azâb olurlar. Rûhlar, illiyyînde
veya siccînde iken cesed olmaksızın da, nîmetlenir ve azap çekerler.
Kabirde ise, rûh ve cesed birlikte nîmetlenir. Yâhut azaplanır."

Yüksek ilim sâhibi olan velîlerden Abdullah Yâfiî etrafında toplanan
insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Kabir ziyâretine
karşı çıkan ve evliyânın kerâmetini inkâr edenlere cevaplar verdi.
Bozuk îtikâd, inanış sâhibi olan İbn-i Teymiyye'ye cevaplar verdi.
Evliyânın kerâmetiyle ilgili olarak kendisine soru soran talebelerine
şöyle buyurdu:

"Allahü teâlânın yardımı ile derim ki, evliyâda kerâmetlerin zuhûru,
meydana gelmesi, aklen câiz ve naklen vâkidir. Aklen câiz olması:
Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Kerâmetler de, mûcizeler kâbilinden
mümkün olan şeylerdir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri eserlerinde
böyle olduğunu bildirmişlerdir. Bu, şarkta, garbda, Arab diyârı olsun,
Acem diyârı olsun, her tarafta böyledir.

Kerâmetlerin vukûu naklen sâbittir; bu husus, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i
şerîflerde ve haberlerde bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân
sûresi otuz yedinci âyetinde hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Bunun
üzerine Rabbi, Meryem'i güzel bir kabûl ile kabûl buyurdu ve onu iyi
bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ Peygamberi de ona kefîl
(himâyesine me'mur) kıldı.
Zekeriyyâ ne zaman Meryem'in bulunduğu mihrâba girdiyse, onun yanında
bir yiyecek buldu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" dedi. O da;
"Bu, Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah dilediğini
hesapsız olarak rızıklandırır" dedi."
buyrulmuştur. Zekeriyyâ
aleyhisselâm, yazın hazret-i Meryem'in yanında kış meyvesi, kışın da
yaz meyvesi buluyordu. Yine Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresi yirmi
beşinci âyetinde hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş tâze hurmalar dökülsün." buyrulmuştur. Bu tâze hurma, zamânının dışında oluyordu.

Yine Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlu Mûsâ'yı Nil Nehrine bir sepet
içinde bırakması ilhâm olunmuştur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in (r.anhüm)
kıssası, köpeğin onlarla konuşması gibi hayret verici hâdiseler ve daha
başkaları, kerâmetlerin naklen delilidir. Bütün buraya kadar
zikredilenler, peygamber değil velîlerdendir."

Bir müddet Medîne-i münevverede ikâmet eden veResûlullah efendimize
komşuluk yapan Abdullah Yâfiî hazretleri tekrar Mekke-i mükerremeye
döndü. Orada ikinci defâ evlendi. Sonra yaşlı hocası Şeyh Ali Tavâşî'yi
ziyâret için Yemen'e kısa bir seyahatte bulundu. Tekrar Mekke-i
mükerremeye döndü. Orada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını
anlatıp talebe yetiştirmeye devâm etti. 1346 senesinde hac için Mekke-i
mükerremeye gelen İmâm-ı Sübkî ile tanışıp sohbetlerde bulundu.

Kutb-i Mekke adıyla da bilinen Abdullah Yâfiî hazretleri tatlı sohbetlerinde evliyâullahın hâllerinden bahs eder; "Allah adamlarının anıldığı yere Rahmet-i ilâhî yağar" hadîs-i
şerîfi gereğince hareket ederdi. Onu dinleyenler saatlerce dinleseler
usanmazlar, devamlı anlatmasını isterlerdi. Tarîkat silsilesinde
bulunan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hâl ve kerâmetlerinden çok
anlatırdı.

Abdülkâdir-i Geylânî'ye âit şu kıssa çok meşhûrdur. Evliyânın büyükleri
bunu bildirmişlerdir: "Bir kadın, Abdülkâdir-i Geylânî'ye çocuğunu
getirip; "Oğlum seni çok seviyor. Ben, Allah için bu oğlumdaki
hakkımdan vazgeçtim. Onu sana verdim." dedi. Abdülkâdir-i Geylânî
rahmetullahi aleyh de çocuğu kabûl etti. Ona, nefsiyle mücâdeleyi ve
tasavvuf yoluna girmeyi emretti. Aradan bir müddet geçtikten sonra,
annesi oğlunu görmeye geldi. Oğlunu, açlıktan ve uykusuzluktan
zayıflayıp sararmış gördü. Oğlunun sâdece arpa ekmeği yediğini anladı.
Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûruna girdi. Bu sırada
Abdülkâdir-i Geylânî'nin sofrada tavuk yediğini gördü.Abdülkâdir-i
Geylânî'ye; "Sen kendin tavuk eti yiyorsun benim çocuk arpa ekmeği
yiyor." dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, elini o
kemiklerin üzerine koydu ve; "Çürümüş kemikleri dirilten Allahü
teâlânın izni ile kalk!" dedi. Tavuk, gıdaklıyarak kalktı. Sonra
Abdülkâdir-i Geylânî, kadına; "Oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini
yesin." buyurdu. Kadın da çocuğunun böyle bir hoca elinde
olgunlaşacağını düşünerek Allahü teâlâya şükür etti.

Yine Abdülkâdir-i Geylânî'nin bulunduğu meclise, fırtınalı bir günde
bir kuş geldi. Mecliste karışıklık meydana getirdi. Bunun üzerine
Abdülkâdir-i Geylânî; "Ey rüzgâr! Bu kuşu yakala!" buyurunca, o ânda
kuş bir tarafa, başı bir tarafa düştü. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî
kürsüden inip, o kuşu aldı ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Kuş,
hemen canlandı ve uçtu. Orada bulunan herkes bunu gördü. Abdülkâdir-i
Geylânî rahmetullahi aleyh bir gün cumâ namazına gitmek için yola
çıkmıştı. Yolda içki yüklü üç hayvan gidiyor ve içki kokusu her tarafa
yayılıyordu. Abdülkâdir-i Geylânî, o yüklerin sâhibine durmasını ve
gitmemesini söyledi. Fakat o durmayıp yola devâm etti. Bunun üzerine
Abdülkâdir-i Geylânî, içki yüklü hayvanlara; "Durun!" deyince
hareketsiz kaldılar. Sâhibi, hayvanları ne kadar dövdü ise hiç
kımıldamadılar. Hayvanların sâhibi de kulunç hastalığına yakalandı.
Duyduğu ızdıraptan kıvranıyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî'den
af diledi. Sonra bu hâli geçti. İçki yüklerinden bu sefer sirke kokusu
geliyordu. Hayvanlar artık yürümeye başladı. Görenlerin, hayretten
ağızları açık kaldı. Abdülkâdir-i Geylânî, sonra câmiye gitti. Bu durum
sultâna bildirilince, korkusundan ağladı. Bu sebeple haramlardan
vazgeçti. Abdülkâdir-i Geylânî'nin ziyâretine geldi ve tevâzu ile onun
huzûrunda oturmaya başladı.

Abdullah Yâfiî hazretleri talebelerine karşı çok şefkatli idi. Onların
her türlü ihtiyaçlarını karşılamayı kendisine vazîfe bilirdi. Tasavvuf
yolundaki ve ilimdeki şöhreti her tarafa yayıldı. Bununla ilgili olarak
Şeyh Alâeddîn Harezmî şöyle anlatır:

Bir gece Şam beldelerinden birinde halvette idim. Yatsı namazından
sonra oturmuştum. Halvette olduğum yerin kapısı iyice kapalı idi.
İçeriye nereden girdiklerini anlayamadığım iki kişi gelip yanıma
oturdu. Bir müddet benimle sohbet ettiler. Birbirimizle fakîrlerin
hâllerini konuştuk. Şam'dan bir kimseyi zikrettiler ve ondan övgü ile
bahsettiler. Daha sonra; "Bizim selâmımızı yoldaşın Abdullah Yâfiî'ye
ulaştır." dediler. Ben onlara; "Abdullah Yâfiî'yi nereden
biliyorsunuz?" diye sordum. Onlar; "Onun hâli bize gizli değildir."
deyip mihrabtan tarafa yürüdüler. Namaz kılacaklarını zannetmiştim.
Halbuki duvardan dışarı çıkıp gitmişlerdi.

Yine Şeyh Alâeddîn Harezmî şöyle nakletti:

Şam taraflarında 1341 senesinde, Recep ayında yatsı namazından sonra
nûrânî yüzlü iki ihtiyar içeri geldi. Nereden girdiklerini göremediğim
bu kimselerin hangi şehirden olduklarını da bilmiyordum. İçeri girince
bana selâm verdiler ve müsâfehâ ettiler. Onlara yaklaşıp nereden
geldiklerini sorunca; "Sübhanallah, senin gibi kişi bu halden suâl mi
eder?" dediler. Sonra bir mikdâr kuru arpa ekmeğini önlerine getirip
ikrâm ettim. Onlar; "Biz bunun için gelmedik." deyince ben ne için
geldiklerini sordum. O zaman; "Sana selâmımızı Abdullah Yâfiî'ye
götürmeni vasiyet ederiz." dediler. Ayrıca ona; "Müjdeler olsun sana."
diye söylememi istediler. Onlara; "Abdullah Yâfiî'yi nereden
tanırsınız?" dediğimde; "Biz onunla görüşürüz, o bizimle görüşür."
cevâbını verdiler. Sonra onlara: "Bu müjdeyi ona eriştirmeye size izin
verildi mi?" diye sorduğumda; "Evet izin verildi." dediler. Devam
ederek; "Onun şarkda, doğuda kardeşleri vardı. Onların yanından
gelirler." deyip, kayboldular.

Mekke'de bulunduğu zamanda hac için çeşitli İslâm memleketlerinden
gelen ve onun şöhretini duyan pekçok âlim, velî ve sâlih kimse onun
ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundular.

1367 senesi 21 Şubat günü Mekke-i mükerremede vefât etti. Cennet-ül-Muallâ kabristanına defnedildi.

Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve
yasaklarını anlatmakla geçiren İmâm-ı Yâfiî hazretleri birçok eser
yazdı. Bu eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Mir'at-ül-Cinân ve İbret-ül-Yakazân: Tabakât
ve târih kitabı olup yıllara göre tetib edilmiştir. Hicrî 750 senesine
kadar olan hâdiseleri ve hâl tercümelerini anlatmıştır. 2) Ravdu'r-Riyâhîn fî Hikâyeti's-Sâlihîn, 3) Neşrü'l-Mehâsin-il-Galiyye fî Fadli Meşâyihi's-Sofiyye, 4) Esnel-Mefâhir fî Menâkıb-iş-Şeyh Abdülkâdir. 5) Merhem-ül-İlel-il-Mudille, 6) El-İrşâd vet-Tatrîz fî Fadl-i Zikrillâh ve Tilâvet-i Kitabi'l-Azîz, 7) Ed-Dürrü'n-Nazîm fî Havassi'l-Kur'ân-ı Azîm, Cool Misbâhüz-Zalâm fil-Müstegisin-i bî Hayri'l-Enâm, 9) Divanüş' Şi'r.

İLLÂ EDEB

Abdullah-ı Yâfiî, Hicaz'a ilk geldiğinde Medîne-i münevvereye girmeden
önce kendi kendine; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem izin
vermeyince bu şehre girmem." diye söz verdi. Çünkü ilmi ve edebi çok
yüksekti. Büyüklerin, bilhassa Peygamber efendimizin huzûruna edeple
girileceğini biliyordu. On dört gün Medîne'nin giriş kapısında bekledi.
Devamlı ibâdet edip kabûl buyurulması için Allahü teâlâya duâ etti. Bir
gece rüyâsında Peygamber efendimiz; "Ey Abdullah! Ben dünyâda senin
peygamberin âhirette şefâatçin, Cennet'te ise arkadaşınım. Yemen'de on
kişi vardır. Onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur. Onları üzen
beni üzer." buyurdu. Abdullah Yâfiî hazretleri; "Yâ Resûlallah! Onlar
kimlerdir." diye sorunca; "Onların beşi vefât etmiştir. Beşi ise
hayattadır." buyurdu. Abdullah Yâfiî; "Yaşayanlar kimlerdir?" diye
sorunca; "Şeyh Ali Tavâşî, Şeyh Mansûr bin Ca'da, Muhammed bin
Abdullah, Fakih Ömer bin Zeylaî, Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî'dir.
Vefât etmiş olanlar ise Ebü'l-Gays bin Cemil, Fakîh İsmâil Hadramî,
Fakih Ahmed bin Mûsâ bin Acîl, Şeyh Muhammed ibni Ebû Bekr Hakemî ve
Fakîh Muhammed bin Hüseyin İclî'dir." buyurdu.

Peygamber efendimizin mânevî işareti üzerine Medîne-i münevvereden
ayrılarak Mekke'ye oradan da Yemen'e geçti. Önce, Mekke'den Yemen'e
gitmiş olan hocası Şeyh Ali Tavâşî'yi ziyâret etti. Peygamber
efendimizin rüyâda ziyâret etmesini tavsiye buyurduğu zâtlardan sağ
olanları ziyâret etti ve sohbetlerinde bulundu.

Ziyâretine gittiği zâtlardan Şeyh Muhammed bin Ömer Nehârî ona;
"Merhaba ey Resûlullah'ın elçisi!" diye hitâb etti. Abdullah Yâfiî
hazretleri ona; "Bu hâle ne ile kavuştun?" diye sorunca, Bekara sûresi
iki yüz aaaaen ikinci âyet-i kerîmesinin "...Allah'tan korkun, Allah size ilim öğretiyor." meâlindeki
son kısmını okudu. Peygamber efendimizin rüyâda tavsiye buyurduğu
zatlardan vefât etmiş olanların da kabirlerini ziyâret edip Medîne-i
münevvereye döndü. Fakat yine Medîne'ye girmeden on dört gün Medîne
kapısında bekledi. İbâdet edip kabûl olunması içinAllahü teâlâya
niyâzda bulundu. Bir gece yine Resûlullah efendimiz ona; "Tavsiye
ettiğim zâtların onunu da ziyâret ettin mi?" buyurdular. Abdullah
Yâfiî; "Evet yâ Resûlallah! Ziyâret ettim. Medîne'ye girmeme izin var
mı?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Gir sen emin olanlardansın."
buyurdu. Sevgili Peygamberimizin bu hitâbına mazhar olan Abdullah Yâfiî
hazretleri edeple ve gözyaşları dökerek Medîne-i münevvereye girdi.
Efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret edip yüksek feyzlerine
kavuştu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:46

ABDULLAH-I YEMENÎ

Yemen'de yetişen büyük velîlerden. İsmi, Abdullah bin Ali bin Hasan
bin Şeyh Ali'dir. Abdullah-ı Yemenî diye meşhûr olmuştur. Hadramût'un
Terîm şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1627 (H.1037)
senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti. Kabri orada olup ziyâret
mahallidir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Abdullah-ı Yemenî ilk önce Kur'ân-ı
kerîmi ezberledi. Zamânının büyük âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl
etti. Şeyh Zeynüddîn bin Hüseyin, Seyyidü'l-Celîl Abdullah bin Sâlim ve
Şeyh Şihâbüddîn gibi zâtlar onun ilim öğrendiği âlimlerdendir. Abdullah
Yemenî daha sonra Bender şehrine gitti. Orada büyük fıkıh âlimi
Nûreddîn Ali bin Bâyezîd'den fıkıh ilmini tahsîl etti. Uzun müddet onun
ilim meclislerinde kalıp kendini yetiştirdi ve fıkıh ilminde âlim oldu.
Bulunduğu yerlerde Tasavvuf ehli zâtların sohbetlerinde bulunup
tasavvufda ilerledi.Sâhil bölgesine gidip, oradaki âlimlerle görüştü,
karşılıklı ilim ve mârifet alış-verişinde bulundu. Bâzı âlimlerden ilim
aldı, bâzı kimselere ilim öğretti.

Yemen bölgesinde yüksek âlimlerden okuduktan sonra Hindistan'a giden
Abdullah-ı Yemenî hazretleri Ahmedâbâd şehrinde Şeyhülislâm Şeyh bin
Abdullah Ayderûs'u ziyâret edip, onun ilim meclislerinde bulundu. Ondan
bâzı eserlerini okudu. Uzun müddet hizmetinde bulunup istifâde etti.
Şeyh bin Abdullah Ayderûs ona talebe yetiştirmek üzere hırka giydirip
icâzet, diploma verdi.

Daha sonra da Bender'de bulunan Seyyidü'l-Kebîr Ömer bin Abdullah
Ayderûs'a gitmesini emretti. Bender'e giden Abdullah Yemenî Ömer bin
Abdullah Ayderûs'dan da çeşitli ilimleri öğrendi. Uzun müddet
hizmetinde kalıp icâzet aldı. İlim ve tasavvufta yüksek dereceye
ulaştıktan sonra Yemen'e döndü.

Yemenliler ona büyük iltifât gösterip, ondan istifâde etmek için etrâfında toplandılar.

Çok ibâdet eden Abdullah Yemenî riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak
ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmaya çalıştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık
derecesine ulaştı. Onun riyâzet ve mücâhede ile meşgûl olduğu günlerde
şeytan siyah bir köle şeklinde karşısına çıktı. Abdullah Yemenî
hazretlerinin önünde diz çöküp; "Senin ibâdet ettiğin gibi ibâdet eden
hiç bir kimseyi görmedim." diyerek ucba, kendi ibâdetlerini
beğendirmeye, böylece onu ibâdetlerinden vazgeçirmeye yeltendi. Keşf ve
kerâmet sâhibi olan Abdullah Yemenî bunun iblis olduğunu anlayıp
huzûrundan kovdu. Çünkü o iblisin Allahü teâlânın sevgili kullarına
musallat olup, onları doğru yoldan saptırmaya çalışacağını biliyordu.

Yemen'in Veht köyüne yerleşen Abdullah Yemenî insanlara İslâm dîninin
emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle onların dünya ve âhirette
kurtuluşa ermelerine çalıştı. İnsanlar uzak ve yakından onun sohbet
meclislerine koştular. Pek çok kimse ona talebe olmakla şereflendi.
Yolunu kaybetmiş pek çok kimse, onun bereketli sohbetleriyle hidâyete,
doğru yola kavuştu. Onun talebeleri arasından pekçok velî yetişti.
Sohbetinde yetişen velî ve âlimlerden bâzıları şunlardır: Haremeynden
gelen Seyyidü'l-Velî Muhammed bin Alevî, İmâmü'l-Celîl Abdurrahmân bin
Akîl, Seyyid-ül-Kebîr Ebü'l-Gays binAhmed, Seyyidü'l-Azîm Abdullah
el-Musâvî, Seyyid Akil bin Ömer ve başkaları.

Abdullah Yemenî hazretleri ilim ve fazîlet sâhibi, ilmiyle âmil, cömert
bir zât idi. Sultanlar gibi ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Fakirlere
pekçok sadaka verirdi. Devlet adamları yanında, îtibârı çoktu. Çok
güzel yazı yazar ve şiirler söylerdi. Şiirleri bir dîvânda toplandı ve
insanlar arasında meşhûr oldu.

Hâller ve kerâmetler sâhibi olan Abdullah Yemenî hazretlerinin çok
kerâmetleri görüldü. Bir defâsında Sâhil bölgesine gitmişti. Vâlinin
adamları haksız olarak vergi ve mal istediler. Abdullah Yemenî
hazretleri haksız vergi vermenin haram olduğunu belirterek vermek
istemedi. Vâli vazifelilerine emir verip ısrar edince, Abdullah Yemenî
hazretleri dört kişinin bile zor kaldırabileceği bir yükü elleriyle
kaldırdı, bir kenara fırlattı ve oradan uzaklaştı. Bu durumu işiten
vâli korktu, huzûruna gelerek af ve özür diledi.

Bir defâsında da fakirlerden bir topluluk Abdullah-ı Yemenî
hazretlerine gelerek Allahü teâlâya kendilerini zengin kılması için duâ
etmesini istediler. Duâ etti ve Allahü teâlâ onları zengin kıldı.
Bâzıları da Allahü teâlânın kendilerine hacca gitmeyi kolaylaştırması
için duâ etmesini istediler. O kimseler ellerinde hiç imkân olmadığı
hâlde kolaylıkla hacca gittiler.

Abdullah Yemenî hazretleri kerâmetlerini gizlerdi. Yakın talebe ve
dostlarına da gizlemelerini emrederdi. "İstikâmet yâni doğruluk üzere
olunuz. Çünkü en büyük kerâmet istikâmet üzere olmaktır." derdi.
Kendisinden zuhûr eden ve görmüş oldukları kerâmetleri hicrî 1040
senesine kadar anlatmamaları üzerine söz almıştı. Böylece 1040 yılına
yakın vefât edeceğini de kerâmetle bildirmişti.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Abdullah-ı Yemenî
hazretleri 1627 (H.1037) senesinde Yemen'in Veht köyünde vefât etti.
Orada defn edildi. Kabri ziyâret mahallidir. Ziyâret edenlerin, onu
vesîle ederek yaptıkları duâlar kabûl olunmakta ve korktuklarından emin
olmaktadırlar. Abdullah-ı Yemenî hazretlerinin kabri üzerine,
Osmanlılar zamanında Yemen vâlisi Muhammed Paşa bir türbe yaptırmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:47

ABDULLAH BİN ZEYD

Tâbiîn devri velîlerinden. İsmi, Abdullah bin Zeyd bin Amr
el-Cevmî, künyesi Ebû Kilâbe'dir. Basra'da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. 722 (H.104) senesinde Şam'da vefât etti.

Abdullah bin Zeyd, Eshâb-ı kirâmdan Sâbit bin Kays, Enes bin Mâlik ve
Tâbiînden büyük âlim Katâde'den (r.anhüm) ders alıp ilimde yükseldi.
Hadîs-i şerîf ilminde sika, sağlam, güvenilir bir zât oldu. Bir hadîs-i
şerîfi öğrenmek için uzun süre seyâhat ederdi. Bu hâlini şöyle anlatır:


Hiç bir işim olmadığı halde Medîne'de, sırf bir hadîs-i şerîfi daha önce duymuş olan bir şahıstan dinlemek için üç gün kaldım.

Hadîs-i şerîflerin toplanıp, yazılması için uğraşırdı. Vefâtından
evvel, kitaplarının Tâbiînin büyüklerinden, fıkıh âlimi ve evliyâdan
Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî'ye verilmesini vasiyet etti. Bir deve yüküne
yakın kitâbı Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî'ye verildi.

Abdullah bin Zeyd devamlı helâl kazanmayı teşvik ederdi. Bir gün
Eyyûb-i Sahtiyânî'ye; "Çarşıya git, iş ara. Zirâ en büyük huzûr
insanlara muhtâc olmamaktır." buyurdu. Başka birine de; "Seni, geçimini
temin ederken görmek, câmi köşesinde görmemden daha sevimlidir."
buyurdu. Döküntü hurma satan ve sohbetine devâm eden bir talebesi
vardı. Ona; "Ben, senin sohbet meclisinden faydalandığını
zannediyordum. Fakat şu bir hakikattir; Allahü teâlâ kötü olan her
şeyden bereketini almıştır." buyurdu.

Çok sıcak bir günde bir kâfile ile hacca gidiyordu. Susuzluğu çok
şiddetli idi. Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! Sen hararetimi ve susuzluğumu
giderirsin." diye duâ edince, başı üzerinde bir bulut belirip üzerine
yağmur yağdı. Elbisesi ıslandı ve susuzluğu gitti. Lâkin kâfilede
bundan başkasına bir damla yağmur düşmedi.

Abdullah bin Zeyd hazretlerinin hikmetle dolu pekçok nasîhat ve sözleri
vardır. Bir gün; "Hem dünyâ, hem de âhirette yaşayan kimseye ne
saâdet!" buyurunca; Âhirette nasıl yaşandığı kendisinden soruldu,
cevâbında; "Böyle bir insan dünyâda Allahü teâlâyı hatırından
çıkarmadı, dâimâ O'na yalvardı ve bu sâyede âhirette O'nun rahmetine
mazhar oldu." buyurdu.

"Kimlerden uzak duralım?" diye soruldu. Cevâben; "Arzu ve istekleri
peşinden koşanlarla berâber oturup kalkmayınız. Onlarla konuşmayınız.
Çünkü, sizi kendi sapıklıklarına düşürmelerinden zihninizi
karıştırmalarından korkuyorum." buyurdu.

Bir tanıdığı arkadaşından şikâyet etmişti. "Sana, din kardeşinden
istemediğin bir şey ulaşırsa, onun için bir özür ara. Bir mâzeret
bulamazsan, kendi kendine, belki benim bilmediğim bir durum vardır,
de." buyurdu.

Bid'at yâni dinde sonradan ortaya çıkarılan ve dindenmiş gibi olan hurâfelere ve bid'at sâhiblerine çok kızar ve şöyle derdi:

"Bid'at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Zîrâ sizi
dalâlete düşürebilirler veya bilmediğiniz kötülüklere
bulaştırabilirler. Bir kimse bir bid'at ortaya çıkarırsa onunla harb
ederim."

İlim sâhipleri sorulduğunda:

"Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun
ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat
insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi
amel etmediği gibi insanlar da amel etmez." buyurdu.

Kendisine münâfıkların âhiretteki hâlleri nasıldır? denildi. Buyurdu ki:

"Kıyâmet günü Arş-ı a'lâ tarafından bir münâdî Yûnus sûresi 62. âyet ile meâlen; "Ey Allah'ın sevgili kulları! Sizin için bir korku yoktur. Siz mahzûn da edilmezsiniz." nidâ
eder. Bu nidâdan sonra herkes başını yukarı kaldırır ve; inandık îmân
ettik, derler. Ancak, münâfıkların başları hiç yukarı kalkmaz ve eğik
kalır."

Bir defâsında da; "Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez." buyurdu.

"Bir sözü anlamayacak kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez."

Abdullah bin Zeyd hazretleri namazlardan sonra "Allahümme innî
es'elüke't-tayyibât ve terk-el-münkerât ve hubbe'l-mesâkîn ve en tetûbe
aleyye ve izâ eradte Lî ibâdike fitneten en teveffenî gayre meftûnin."
duâsını okurdu.

Bir talebesi nasîhat istediğinde rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfleri bildirdi.

"Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imânın
tadını bulur. Birincisi, bir kimseye Allah ve Resûlü, başkalarından
daha sevgili olmak. İkincisi, bir kimse sevdiğini Allah için sevmek.
Üçüncüsü, bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre
dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek."


"İşlerin en hayırlısı, çok aşırı veya eksik olmayıp, orta mertebede olanıdır."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:47

ABDURRAHMÂN BİN AHMED (Abdurrahmân-ı Zâz)

Şâfiî mezhebinde derin fıkıh alimi ve meşhûr veli. Tebrizlidir.
Künyesi Ebü'l-Ferec olup, "Zâz" diye meşhûrdur. 1040 (H. 432) senesinde
İran'da Tebrîz'e bağlı Serahs kasabasında doğdu. Sonra Merv'e yerleşti.
Birçok âlimden hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Kâdı Hüseyin'in önde
gelen talebelerindendi. Şâfiî mezhebinde büyük bir âlim olarak yetişti.
Çeşitli memleketlerden gelen pek çok kimse kendisinden ilim aldılar.
Çok talebe yetiştirdi. 1101 (H. 494) senesinin Rebî-ül-âhir ayında
vefât etti.

Merv şehrine gelip yerleştikten sonra, Kâdı Hüseyin'den fıkıh ilmini
öğrendi. Merv'deki Şâfiî âlimlerinin en üstünü oldu. Ebü'l-Kâsım
el-Kuşeyrî, Hasan bin Ali el-Mutavvi'î, Ebü'l-Muzaffer Muhammed bin
Ahmed et-Temîmî ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip
ezberledi. Kendisinden de; Ebû Tâhir es-Sincî, Ömer bin Ebî Mutî',
Ahmed bin Muhammed bin İsmâil en-Nişâbûrî ve daha başkaları hadîs-i
şerîf rivâyet ettiler.

İlimde yüksek dereceye ulaşan âlimlerden olup zühd ve verâ sâhibi,
haram ve helâli ziyâdesiyle gözeten biri idi. Az yer, az içerdi.
Kendisinden ilim öğrenmek için, çeşitli memleketlerden pek çok talebe
geldi. Böylece ismi ve ilmi, birçok şehirlerde duyuldu.

Ebû Sa'd es-Sem'ânî diyor ki: "O, İslâm âlimlerinin en büyüklerinden
birisi idi. İsmi çeşitli yerlerde darb-ı mesel oldu. Çünkü o, Şâfiî
mezhebini ve onun imâmına âit en ince bilgileri ezbere biliyordu. İmlâ ismini
verdiği eseri, her yere yayıldı. Kendisine dört bir taraftan gelen
büyük âlim ve fakîhler ilim tahsîl ettiler. Bu hususta ona sarsılmaz ve
çok büyük îtimâdları vardı. İlmi çok geniş olup, kendisine yetişen
olmadı. Fetvâları o kadar kuvvetli idi ki, aksini bildiren çıkmadı.
Fazîletinin ve ilminin çokluğu ile berâber, dînine çok bağlı, verâ
sâhibi, günahtan uzak duran bir zât idi. Yiyip içmede ve giyinmede
ihtiyatlı hareket eder, haram ve şüpheli olmasından çok sakınırdı.

Hanımı Hurre binti Abdurrahmân anlatıyor:

Kocam pirinç yemezdi. Çünkü pirinç, ekildiği zaman suya ihtiyâcı çok
olurdu. Pirinç ekenlerin, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ister
istemez başkalarına haksızlık yapmış olabileceklerini düşünürdü.

Hanımı şöyle anlatır:

Evimize hırsız girmiş, giyecek eşyâların hepsini alıp götürmüştü. Hattâ
üzerinde namaz kıldığım seccâdem dahî alınmıştı. Kocam İmâm-ı
Abdurrahmân'ın cübbesi, evin ortasındaki bir ipin üzerinde bulunduğu
halde alınmamıştı. Hırsız, beş ay sonra bulunup yakalandı. Çalınanların
çoğunu geri verdi. Fakat bazı şeyleri getirmedi. Kocam hırsıza; "Niçin
cübbemi almadın?" diye sordu. Hırsız da; "Ey Şeyh! O gece birkaç defa
almak istedim. Ona yaklaşınca her defâsında, ondan bir ateş parladı.
Hattâ beni yakacaktı. Sonunda onu ipin üzerinde bırakarak, evden
ayrıldım." diye cevap verdi.

Başlıca eserleri şunlardır:

1) Kitâb-ül-Emâlî veya İmlâ: Şâfiî mezhebinde kıymetli bir fıkıh kitabıdır.

2) Et-Ta'lîka.

Esnevî; Mühimmât ismindeki eserinde diyor ki: "Râfi çoğu nakillerini İmâm-ı Gazâlî'nin sözleri dışında, altı kitaptan yapardı. Bunlar Tehzîb, Nihâye, Tetimme, Şâmil, Tecrîd-i İbn-i Kec ve Abdurrahmân bin Ahmed'in Emâlî'sidir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
hunter
!!..AkTiF Üyé..!!
!!..AkTiF Üyé..!!
hunter
Yaş :
Kayıt tarihi : 28/01/08
Mesaj Sayısı : 229
Bulunduğunuz İl :
Meslek/Hobi :
Tuttuğunuz Takım :

Evliyalarımız - Sayfa 2 Vide
MesajKonu: Geri: Evliyalarımız Evliyalarımız - Sayfa 2 EmptyŞubat 9th 2008, 00:47

ABDURRAHMÂN BİN ALİ SEKKÂF

Evliyânın meşhurlarından. İsmi Abdurrahmân bin Ali bin Ebî Bekr bin
Abdurrahmân es-Sekkâf'tır. 1446 (H.850) senesinde Terîm şehrinde doğdu.
1517 (H.923)'de Yemen'de vefât etti. Hadîs, kelâm, fıkıh ve tasavvuf
ilimlerinde tanınmış âlimlerdendir. İlim tahsîline başlayınca, önce
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Seyyid Muhammed bin Abdurrahmân'dan kırâat
ilmini öğrendi. Bu ilmin ehline kırâatını, hıfzını dinletti. Ayrıca
fıkıh ve nahiv ilmine âit kitaplar okuyup, ezberledi. Haviyu's Sagîr ve Dîvân-ı Şeyh Abdullah bin Es'ad el-Yâfiî'nin
çoğunu ezberledi. Ezberlediği bu metinleri hocalarına dinletip kontrol
ettirdi. Babasından, amcası Şeyh Abdullah Ayderûs'dan, meşhûr âlim Sa'd
bin Ali'den, meşhûr fıkıh âlimi Şeyh Abdullah bin Abdurrahmân'dan ilim
öğrendi. Sonra Yemen'e gidip, tahsîline orada devâm etti. Allâme
Abdullah bin Ahmed ile Allâme Muhammed bin Ahmed'den ders alıp çeşitli
ilimleri öğrendi. Bu âlimlerden işittiklerini rivâyet etmek ve
eserlerini okutmak da dahil olmak üzere icâzet, diploma aldı ve dört
sene Aden'de kaldı. Aden'den Zebîd şehrine gitti. Orada da Hâfız Yahyâ
el-Âmirî'den ve Safiyüddîn Ahmed bin Ömer el-Meczed'den ilim öğrendi,
icâzet aldı. Bu tahsîlleri sırasında Hâfız Yahyâ el-Âmirî'den Peygamber
efendimizin mübârek parmak izlerinin bulunduğu bir mahalli göstermesini
ricâ etti. O da kabûl edip gösterdi. O mahalde parlayan bir nûr
gördüler.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf, bir elini devamlı gizli tutar, göstermek
istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle
anlatmıştır:

Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dünyâya
düşkün olan bâzı kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber
efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de
elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi olup,
Resûlullah'dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular.
Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime
bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra
elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden
bir nûr parlıyordu.

1475 (H.880) senesinde hacca gitti. Mekke'de Hâfız es-Sehavî'den ilim
öğrenip rivâyetlerini ve eserlerini nakil hususunda icâzet aldı. Hac ve
ömre yaptı. Kâbe'yi birçok defâ tavâf etti. Bu ziyâreti sırasında
kendisinde üstün hâller hâsıl oldu, kalbi nûr gibi parladı. Sonra
Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne'ye gitmeye
karar verdi. Yanında amcasının oğlu vardı. Fakat o hasta olması
sebebiyle memleketine dönmek istiyor, Ali Sekkâfın da kendisiyle
berâber dönmesi için ısrar ediyordu.

Bu duruma çok üzüldü. Resûlullah'ın kabr-i şerîfini ziyâret edemeyeceğim diye derin bir düşünceye daldı.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâ bu kederli hâli ile Kâbe'yi tavâf ederken,
birdenbire karşısına babası çıktı. Fakat babası memleketleri Terîm
şehrinde idi. Bu hâle çok şaşırdı. Babası takdire râzı olması
gerektiğini hatırlattı. O günün gecesinde ayrıca rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü. Peygamber efendimiz başını okşayıp tebessüm ederek;
"Bizi ziyâret edememekten dolayı üzüldün. Biz senden râzıyız, seni
kabûl ettik. İlerde bizi çok güzel bir hâlde ziyâret edeceksin."
buyurdu.

Bu rüyâdan sonra büyük bir sevince gark olan Abdurrahmân bin Ali Sekkâf
memleketi Terîm'e döndü. Büyük bir şevkle babasının derslerine devâm
etti. Babasının bütün eserlerini okudu. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî
hazretlerinin İhyâ-u Ulûmiddîn
kitabını babasından baştan sona kırk defâ okuyup bitirdi. Ayrıca
memleketinde bulunan diğer âlimlerden de okudu. Din ve edebiyât
ilimleri ile tasavvuf ilminde, Arapça'da âlim oldu. Tahsîlinin bu
safhasından sonra ilk ziyâretinden altı sene sonra ikinci defâ hacca ve
Peygamber efendimizi ziyârete gitti.Aden'e ve Zebîd şehrine, oradan da
Cidde'ye varınca Muhammed bin Tâhir adında sâlih bir tüccar ona hürmet
gösterip bütün ihtiyâçlarını karşıladı, misâfir etti. Hac ibâdetini
büyük bir rahatlık içinde yaptıktan sonra Peygamber efendimizin kabr-i
şerîfini ziyâret için Medîne yoluna çıktı. Altı sene önce gördüğü rüyâ
artık gerçekleşmek üzere idi. Medîne'ye yaklaştığı sırada kendisini
Medîneli çocuklar âdetleri üzere karşıladılar. Yanında yirmi dinar
parası vardı. Hepsini bu çocuklara dağıttı. Sonra Peygamber efendimizin
kabr-i şerîfini ziyâret etti. İçindeki büyük hasret ateşiyle uzun
zamandan beri yanan Ali Sekkâf murâdına ermesi sebebiyle tarife sığmaz
bir mutluluk ve sevinç içinde idi. Kavuştuğu bu nîmetten dolayı sevinci
her an bir kat daha artıyordu. Bu ziyâreti sırasında anlatılamayacak
derecede ve ifâdeye sığmayan hâllere ve nîmetlere, üstün derecelere
kavuştu.

Medîne'ye vardığı sırada Melik Eşref Kayıtbay'ın yakın adamlarından
İbn-i Zaman adıyla meşhur bir tüccar da Medîne'de idi. Tüccar onu
görünce çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Hattâ sayısız mal ve eşyâ hediye
etti.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf hazretleri ziyâretini tamamlayıp memleketi
Terîm'e döndü. Bu dönüşünde akrabâları ve memleketin ahâlisi onu büyük
bir hürmet ile karşıladı. İnsanlar onun sohbetine ve derslerine
toplandılar. O da insanlara ilmi ve mârifeti yudum yudum sundu.
Derslerinde velîlerin yazdığı kitapları ve bilhassa İhyâu Ulûmiddîn
adlı eseri okuturdu. Hadîs ilminde de âlim olup tâliplere ders verirdi.
Bütün hallerinin İslâmiyete uygun olması husûsunda büyük bir titizlik
gösterirdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Fakirleri, garibleri,
yetimleri, zayıfları gözetir, yardım ederdi. Pekçok âlim ve velî onu
methetmiştir.

Hadîs âlimlerinden ve Gurer kitabının müellifi Muhammed bin Ali şöyle anlatmıştır:

Rüyâmda bana Abdurrahmân Sekkâf'ın üstün hallerini, güzel hasletlerini
söyleyip çok methettiler. Sabahleyin yanına gittim, kendi kendime
hatırımdan; "Keşf ve kerâmet sâhibi ise ben daha söylemeden gördüğüm
rüyâdan haber verir." diye geçirdim.

Evine yaklaşınca onu kapı önünde bekler gördüm. Beni görünce tebessüm edip, akşam gördüğüm rüyâyı anlattı.

Abdurrahmân bin Ali Sekkâf'ın vefâtından sonra kabrini ziyâret ettiğim
zaman Kur'ân-ı kerîm okurdum. Bu sırada bir yanlışım çıksa veya bir yer
unutsam, kabirden gelen bir ses doğrusunu bildirirdi.

Terîm Sultânı Muhammed bin Ahmed ile Şahar Sultânı arasında harb oldu.
Abdurrahmân bin Ali, Terîm Sultânının muzaffer olacağını haber verdi.
Dediği gibi oldu.

Abdurrahmân bin Ali'nin sevdiklerinden biri vefât etti. Definden sonra,
telkîn için kabrin başında durdu. Bir müddet sonra ayrıldı. Bulunanlar,
telkîn vermeme sebebini sordular. Buyurdu ki: "Her kişinin telkîne
ihtiyâcı vardır. Lâkin bana bunun ihtiyâcı olmadığı bildirildi."

Abdurrahmân bin Ali, bir gün Mervân Mescidinde talebelerine ders
okuturken, mescidin bir kenârına bir şeyin düştüğü görüldü.
Oradakilerden birine; "Git, o düşen şeyi getir!" buyurdu.

O kişi, düşen şeyi getirdi. Bu, üzeri mühürlenmiş bir zarf idi. Zarfı
açıp içindekini okudu. Sonra bir kâğıda cevâbını yazıp; "Bunu, gelen
mektubun düştüğü yere bırakın." buyurdu. Oraya koydular.

Az sonra bir kuş gelip, o mektubu aldı gitti. Talebeleri sebebini sordular. O da;

"Sevdiğimiz Muhammed Ba'bâd bize haber göndermiş. Biz de cevâbını yazdık." buyurdu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Evliyalarımız

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
2 sayfadaki 3 sayfası Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İnTeRNeT TeKNoNoJi KuRuMLaRı FoRMu :: _------------۩۞۩๑ DiNi BöLüM ۩۞۩๑-------------_ :: Dini Bilgiler -